Türkçülüğün Esasları

Ahlaki Türkçülük

III -Ahlaki Türkçülük

1 -Türklerde Ahlak

Büyük milletlerden her biri, medeniyetin özel bir alanında birinciliği kazanmıştır. Eski yunanlılar estetikte, Romalılar hukukta, Yahudilerle Araplar dinde, Fransızlar edebiyatta, Anglosaksonlar ekonomide, almanlar müzik ile felsefede, Türklerde ahlakta birinciliği kazanmışlardır.

Türk tarihi, baştanbaşa, ahlaki erdemlerin sergisidir. Türklerin yenilmiş milletlere ve onların milli ve dini varlıklarına dini ve sosyal özerkliklere vermesi, her türlü takdirin üstündedir. Fakat bu iyiliğe karşı, yenilmiş milletler cömert Türklerden almış oldukları bu izinleri Türklerin aleyhine çevirerek, kapitülasyon adı verilen zincirlerle Türkleri bağlamağa ve boğmağa çalıştılar. Bu iki türlü hareket, iki tarafında ahlaki davranışını gösterdiği için, son derece karakteristiktir.

Bu bölümde, Türklerin çeşitli ahlak dairelerine giren, ahlaki ideallerini göstereceğiz. Bu ahlak daireleri şunlardır:

(1) Vatani ahlak, (2) Meslek ahlakı, (3) Aile ahlakı,(Cinsel Ahlak), (4) Medeni ahlak(kişisel ahlak), (5) Milletlerarası ahlak.

2 -Vatani Ahlak

Eski Türklerde, vatani ahlak çok kuvvetliydi. Hiçbir Türk, kendi il’i yani milleti için, hayatını ve en sevgili şeylerini feda etmekten çekinmezdi. Çünkü il, Gök Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesiydi. Gök Tanrı, Türklerce oldukça kutsal olan Aşk Gecesi’nde bir Altın Işık olarak yeryüzüne inmiş, bir bakireyi yahut bir ağacı gebe kılarak bu kutlu İl’in üremesine sebep olmuştu. İl’in oturduğu memlekete yurt yahut ülke denilirdi. Türk nereye gitse asıl Yurdu’nu unutmazdı. Çünkü atalarının mezarı oradaydı. Çocukluk çağı, baba ocağı, ana kucağı hep orada bulunuyordu.

Türk’ün yurt severliğine örnek olarak, Hun devletinin kurucusu olan Mete’yi gösterebiliriz. Tatarlar hükümdarı, savaş, ilanına bir neden olmak üzere, önce, onun çok sevdiği bir atı istedi. Bu at, saatte, bin fersah uzunluğunda yol alıyordu.

Mete, vatandaşlarını savaşın olumsuzluklarından korumak için, bu atı Tatar hakanına gönderdi. Tatar hakanı, savaşa bahane arıyordu. Bu sefer de, Mete’nin en sevdiği eşini istedi. Bütün beyler, kurultayda savaş ilanını istedikleri halde, Mete : “Ben, vatanımı kendi aşkım uğruna çiğnetemem!” diyerek, sevgilisini düşmana vermek gibi büyük bir fedakârlığı kabul etti. Bunu üzerine Tatar hakanı, Hun ülkesinden hiçbir ürünü olmayan, ekinsiz, ormansız, madensiz, halksız bir arazi parçasını istedi. Kurultay bu faydasız toprağın verilmesinde hiçbir sakınca olmadığını söylemişken Mete, “vatan, bizim mülkümüz değildir. Mezarda yatan atalarımızın ve kıyamete kadar doğacak torunlarımız bu kutsal toprak üzerinde hakları vardır. Vatandan isterse bir karış kadar olsun -yer vermeğe hiç kimsenin yetkisi yoktur. Bundan dolayı, savaşacağız. İşte, ben atımı düşmana doğru sürüyorum. Arkamdan gelmeyen idam olunacaktır!” diyerek Tatarların üzerine yürüdü. Eski Türklerin gözünde vatanın ne kadar değerli olduğunu, bu tarihi olaydan anlayabiliriz.

Eski Türklere göre, vatan, töre’den yani milli kültür’den ibaretti. Kaşgarlı Mahmud’un lügatin-da sözü geçen ülkeden geçirilir, töreden geçilmez atasözü, milli kültüre verilen değerin derecesini gösterir.

Eski Türklerde, egemenlik il’e aitti. Küçük illerde, bütün il, bir Millet Meclisi konumundaydı. Halkın kaderini bu meclis yönetirdi. Büyük illerde, boy beylerinden oluşan Şölen adlı meclis İl’e ait işlere karar verirdi. Hakanlıklarda, İl hakanlıklarda ise, Millet Meclisi niteliğine sahip Kurultay vardı. Bu meclislerde meselelerin konuşulmasına Kinkeş denilirdi. İl mi yaman, bey mi yaman? Atasözü, egemenliğin hakanda olmayıp ilde olduğunu gösterir. Çünkü hakanı seçen ve iktidardan düşüren, kurultaydı. Savaş ve barış ilanı gibi önemli işler, kurultayın kararıyla olurdu. Tozda, dumanda ferman okunmaz atasözü, kriz anlarında, duruma halkın egemen olduğunu gösterir. Eski Türklerde, eşitlik de çok güçlü bir biçimde yerleşmiştir. Harzem’deki teke Türkmenlerinde ne esir, ne de hizmetçi vardır. Herkes evine ait işleri kendisi görür. Her il, birbirine eşit fertlerden oluşur. Eski Türklerde bir il diğer illeri kendi yönetimi altına aldığı zaman, onların politik örgütünü bozmazdı. Bağlı olan il’in eski yöneticisi Yabgu yani Melik adıyla, eski yerini korurdu. Hakan, bunun yanında, Şad yahut Şana; Şahna adıyla bir komiser bulundururdu. Bir hakan da, diğer hakanları yerlerinde bırakırdı. Yalnız kendisi İlhan adıyla, bunların başbuğu olurdu.

Zaten il kelimesinin asıl anlamı Barış demektir. İlci barışçı anlamındadır.

İl’in simgesi olan Gök Tanrı, barış Tanrısıdır. İlhan barış dininin yayıcısıdır. Türk İlhanları, bütün Türk illerini barışa çağırıyorlardı. Bütün hakanlara oğlum diye hitap ediyorlardı. Türklerin bütün savaşları, sürekli ve geniş bir barış alanı kurmak içindi. Bütün İlhanlık devirlerinde, Mahçurya’dan Macaristan’a kadar bütün Turan kıtası oldukça mutlu bir barış ve güvenlik hayatı yaşamıştır. Türk İlhanları, emperyalist de değildiler. Çünkü yalnız Türk illerini birleştirmekle yetiniyorlar, başka milletlerin ülkelerini fethe çalışmıyorlardı.

Hun’ların ilk ilhanı Mete’nin, Çin devleti iki defa eline geçtiği halde, imparatorluğu kabulden kaçınması bu iddiamıza bir delilidir. Barış ahlakını Attilla’da bile görürüz. Attila’ya, en üstün bulunduğu savaşlar sırasında her ne zaman barış teklif edilmişse derhal teklifi kabul etmiştir.

Dünyanın en demokrat kavmi eski Türkler olduğu gibi, en feminist toplumu da yine eski Türklerdir. Zaten feminizm, demokrasinin yani eşitliğin kadınlara ait bir yansımasından ibarettir. Eski Türklerin bu erdemini “Aile Ahlakı” bölümünde göreceğiz.

Orhon Kitabesi’nde, Türk Hakanı şöyle diyor : “Türk Tanrısı, Türk milleti yok olmasın diye, atalarımı gönderdi ve beni gönderdi. Ben hakan olunca, gündüz oturmadım, gece uyumadım. Türk milleti açtı, doyurdum; çıplaktı, giydirdim; fakirdi, zengin ettim.”

Türk milleti de, hakanını kaybettiği zamanlar. “Devletli bir millettim. Devletim ve ululuğum hani? Hakanlı bir millettim, hakanım hani? Hangi hakana işimi, gücümü vereyim?” diye sızlanırdı. Milletle hakan arasındaki ilişkinin ne kadar içten olduğu, bu cümlelerden anlaşılabilir. İşte, eski Türklerde vatani ahlak bu derecede yüksekti.

Türklerin bundan sonra da en çok değer verecekleri ahlak, vatani ahlak olmalıdır. Çünkü toplumsal sınıflar arasında tam ve bağımsız bir hayata sahip olan ve toplumsal organizma niteliğinde görünen, ancak, millet veya vatan adları verilen topluluktur. Aileler bu toplumsal organizmanın hücreleri, meslek sınıfları ise organlarıdır. Milletten daha geniş olan ümmet ve milletlerarası birlik gibi topluluklara gelince; bunlar, toplum niteliğinde değil, toplumlardan oluşan birer topluluk niteliğindedirler. Bu topluluklardan her biri yalnız bir konuda ortak iken, bir millet her konuda fertleri arasında ortak bulunan bir topluluk demektir. O halde millet ideali diğer topluluklara ait ideallerden mesela aile idealinden meslek idealinden ümmet idealinden medeniyet ve milletlerarası birlik idealinden daha yüksektir. Bundan dolayı, vatani ahlakın da diğer ahlaklara üstün olması gerekir.

Özellikle bizim gibi politik düşmanları çok bulunan milletler için, en büyük dayanak vatani ahlak olabilir. Vatani ahlakımız kuvvetli bulunmazsa ve bağımsızlığımızı ve özgürlüğümüzü ne de vatanımızın bütünlüğünü koruyabiliriz. O halde Türkçülük, her şeyden, çok, millet ve vatan ideallerine değer vermelidir.

3 -Meslek Ahlakı

Vatani ahlaktan sonra, meslek ahlakı gelir. Eski Türkler, mesleğe yol derlerdi ve yolda büyüğü, soyda büyükten ileri sayarla da. Bektaşilerin Belden gelen seyyid değil, İl’den gelen seyyiddir demeleri d, yol’un soy’dan önce geldiğini gösterir. Eski bir atasözü yoldaşların babanın obasına akın ederlerse, sen de beraber akın et diyor ki bu da yoldaşların soydaşlardan daha ilerde olduğunu gösterir. Eski Türklerde yöneten sınıf, torunlar, kamlar, buyruklar, bitikçiler, adıyla, dört yola ayrılmıştı. Sonraları Osmanlı devrinde bunlardan mülkiye, ilmiye, seyfiye, kalimeye adları verilen dört (yol) meydana geldi. Ekonomik meslekler de bunlardan ayrı olarak, vardı. Anadolu Selçukluları’nın son zamanlarında Ahiler tarikatı, meslek örgütleri fütüvvet prensibine dayanarak küçük örgütlenmeler biçiminde ortaya çıktı. Fütüvvetin sözlük anlamı babayiğitliktir. Terim anlamı ise; dünyada ve ahirette halkı nefsine tercih etmek ve öne almaktır. Osmanlı devrindeki Esnaf loncaları ve kethüdalıkları, bu eski Ahiler teşkilatının devamından ibarettir.

Eski devirde, bu esnaf örgütü bölgesel bir niteliğe sahipti. Her şehrin esnaf loncaları kendisine özeldi.

Bölge ekonomisi devrinde, bu esnaf loncaları yararlıydılar. Fakat bölge ekonomisi yerine “millet ekonomisi” geçince, bu loncalar zararlı olmağa başladılar. Çünkü bölge ekonomisi devrinde, bölge loncaları normaldi. Milli ekonomi devrinde ise, ancak milli loncalar yararlı olabilirlerdi. İşte, bu nedenden dolayıdır ki, bugün eski esnaf loncalarını devam ettirmeğe çalışmak doğru değildir. Onları yıkarak, yerlerine, merkezleri devlet merkezinde olmak üzere, milli loncalar kurmalıdır.

Örnek olarak deri esnafını alalım: Her şehirde bir deri loncası kurulmalı. Fakat başına bir şeyh veya kethüda değil, bir genel sekreter geçirmeli, her şehirde bütün loncaların delegelerinden oluşan bir kurulu kurarak buna İş Borsası adını vermeli. Bunun görevi o şehirdeki bütün loncaların ortak işlerini görmek ve şehrin ekonomik hayatını düzenlemektir.

Yine, dericilik loncasına gelelim. Her şehirde bir derici loncası oluşturulduktan sonra bunlar aralarında federasyon genel Merkezi meydana getirirler. Aynı zamanda, devlet merkezinde, bunun gibi, diğer loncaların federasyonlarının genel merkezleri seçtikleri delegeler toplanarak, bir Loncalar Konfederasyonu meydana getirirler ve bu konfederasyon kurarak, bu konfederasyona katılırlar. O zaman, bütün mesleki yaptırım gücü bir ordu halinde birleşmiş olur.

Bu örgütün oluşması meslek ahlakına bir yaptırım gücü sağlar. Çünkü bizde, henüz mesleki topluluklara özgü bulunan meslek ahlaklarının hiçbir yaptırımı yoktur. Her fert hayatını bir doktora, hukukunu bir avukata servetini bir notere, çocuğunu bir öğretmene dinini akıl danıştığı bir müftüye emanet ediyor. Bu emanete karşılık onları görevlerine bağlılığa zorlamak için, elinde hiç bir baskı gücü yoktur. Bununla beraber, herhangi bir fert; hayatını, hukukunu, servetini, evladını, sırrını emanet ettiği bu adamları hiçbir biçimde kontrol edemezse de, meslek toplulukları kedi meslektaşlarını kontrol edebilirler. İşte böyle bir kontrol içindir ki, her meslek, kendi meslektaşları için bir yönetmelik düzenler ve bir disiplin kurulu kurar. Yönetmelik, meslek ahlakının kurallarını gösteri; disiplin kurulu meslektaşları hakkında uyarı kınama geçici veya sürekli olarak meslekten çıkarmak cezalarından birini verir. İşte meslek kurallarının bu tür kontrolü, vatandaşların uzmanlar tarafından uğrayabilecekleri zararların önüne geçer.

Meslek örgütünün bir yararı işi yapan yoldaşlar arasında yardımlaşma sandıkları meydana getirmek; loncaya mensup yaralıları, sakatları, hastaları, yetimleri ve dulları bu sandıktaki paralarla korumaktır. Çocukların terbiyesi ve gençlerin teknikçe yükseltilmesi de, bu yardım görevlerinin içindedir. Bundan başka, meslek federasyonları, kendi sanatlarının ilerlemesi için de para harcarlar ve çalışırlar. Mesela, sanayi memleketlerinden uzman getirilmesi, sanayi memleketlerine öğrenci gönderilmesi, ortak makineler ve diğer gerekli olan şeyleri getirmek ve üretim veya tüketim kooperatifleri kurmak gibi işler, iş kolunun ekonomik açıdan yükselmesini sağlayacak girişimlerdendir.

“Milli dayanışmayı güçlendirme” bölümünde meslek ahlakının meydana getireceği dayanışma hakkında yeterli bilgi verildiğinden burada bu kadarla yetinildi.

4 -Aile Ahlakı

Eski Türklerde, ailenin dört derecesi vardı: Boy, soy, törkün, bark.

1) Boy: Eski Oğuzlarda aile adı, boy ismiydi. Fakat Avrupa’daki aile adlarının aksine olarak, küçük addan önce gelirdi. “Salur Kazan, Büğdüz Emen, Kayan Selcik” isimlerinde birinci kelimeler boy adı olup, ikinci kelimeler küçük addır.

Bu isimleri Korkut Ata kitabında görüyoruz. Kaşgarlı Mahmut da Divan-ı Lügat’inde diyor ki: “Bir adamın kim olduğunu anlaşılmak istenildiği zaman, (Hangi boydansın?) diye sorulur”. Bununla beraber, boy adının küçük addan sonra geldiği de olur. Yunus Emre’deki Emre kelimesi, Oğuz ilinin Emre (İmre) boyundan başka bir şey değildir.

Oğuzlarda her boyun kendisine özgü bir Damga’sı bir ongun’u bir söyük’ü vardır. (Türk Töresi’ne bak). Oğuzlarda her boy, sürüleriyle hazinelerini kendi damgalarıyla nişanlardı. Yakutlarda, boy’a sip adı verilir. Bu kelime, Anadolu Türkçesinde sop biçimini almıştı. Yakutlarda, sip’in fertleri arasında ekonomik bir ortaklık vardır. Bir adam, üyesi bulunduğu sip’in içinde, istediği evde saatlerce uyuyabilir. Demek ki, bir ferdin kendi boyu içinde her evi kullanma yetkisi vardır. Toprak mülkiyeti sip’e aittir. Küçük aileler, bu ortak toprağı “zuğ”lara ayırarak, ayrı ayrı ekebilirler. Fakat mülkiyeti, daima, olması gerekirdi. Delikanlılar fakir ise, bu topluluklara paraca yardım edilerek onların evlenmesi kolaylaştırılırdı. Her kırk evde dört evlenme olmazsa, başları sorumlu tutulurdu. Bu zümreler, boylardı. Türklerde, iki türlü akrabalık terimi ardı: Biri boya, yani seciyeye özgüdür. Her fert boy içinde kendisinden büyük yolan bütün erkeklere ici, kendisinden büyük olan bütün kadınlara aba unvanlarını verirdi. Kendisinden daha küçük olan erkeklere ini, kendisinden daha büyük olan kızlara sinkil adlarını verirdi. Kendiyle yaşıt olan erkeklere de atı adını verirdi.

Bu kelimeler de sonraları, bir takım değişikliklere uğradı. Oğuzlar ici yerine ağa kelimesini, aba yerine de abla kelimesini koydular. Atı kelimesi de ata şeklini alarak, başka anlamlara gelmeğe başladı. Boyun hem ana boyun, 0hem de bana boyu şekilleri vardır.

2) Soy: Soy, Latinlerin cogna, Almanların zippe, Fransızların parentele adını verdikleri topluluktur. İleride göreceğimiz Türkün topluluğu dışında kalan amcazade, dayızade, halazade, teyzezade gibi yan akrabaların bütünüdür. Soyda hem ana yönünden hem de baba yönünden akraba olanlar vardır. Birincilere ana soyu, ikincilere baba soyu denilir.

Eski Türklerde, ana soyu ile baba soyu değerce birbirine eşittir. Ana soyuyla baba soyunun eşitliğini, bazı kurumlarda açıkça görüyoruz:

Eski Türklerde, soyluluk yalnız baba yönünden gelmezdi. Ana yönünden de gelirdi. Bir adamın tam soylu olması için, hem baba yönünden hem de ana yönünden soylu olması gerekti. Bugün bile Harzem’deki Türkmenlerde bir kız, hem babası, hem de anası Türkmen olmayan bir erkeğe varmaz. Çünkü bir adamın yalnız babasının Türkmen olması, soylu olması için yeterli değildir. Tümüyle soylu olması için, anası da Türkmen olmalıdır.

Sülalelerin oluşmasından sonra da, bu iki türlü soyluluk devam etti. Bu devirde, baba tarafından prens olanlara Tekin, ana tarafından prens olanlara İnal unvanları verilirdi.

Bir şehzadenin hakan olabilmesi için, onun hem Tekin, hem İnal olması: yani hem baba, hem de ana tarafından sülaleye üye olması gerekirdi. İran’ın Kaçar sülalesinde, hala bu kural vardır

Eski Türklerde, sülale içinde soyda büyük olan şehzade hükümdar olurdu. Osmanlı hanedanında da kural böyleydi. Oysaki gerek Avrupa’da gerek Mısır’da evde büyük olan şehzade hükümdar olur. Boy devri geçtikten sonra, soy isimleri aile ismi olmağa başladı: Çapanoğulları, Kozan oğulları gibi.

3) Törkün: Kaşgarlı Mahlmut’a göre, bir evde oturan asıl aileye, eski Türkler Törkün derlermiş.

Törküne ait akrabalık terimleri, boy içindeki akrabalık terimlerinin tersine olarak, kişisel yakınlığı gösterirler:

Akan: Baba

Öke: Ana

Er: Koca

Konçuy: Karı

Urul Oğul: Erkek evlat

Kız: Kız evlat

Durkheim’in yaptığı aile sınıflandırmasına göre, bu topluluğa baba ailesi diyebiliriz.

Baba ailesinde babanın eşi ve çocukları üzerinde yalnız demokratik bir velayeti vardır ki buna baba velayeti ve koca velayeti adları verilir. Ataerkil ailede ise, aile reisinin gerek evlatları gerek eşi üzerinde sulta’sı yani sultanlık hakkı vardır. Evlatlarıyla beraber, eşi ve ailenin bütün diğer fertleri aile reisinin adi malları ve mülkleri niteliğindeydi. Bunları isterse satar, isterse öldürürdü; isterse, bir başkasına hibe ederdi.

Törkün, Türklerce baba ocağı dediğimiz şeydir. Aile Tanrısı bu ocakta barındığı için ocağın ateşinin hiç sönmemesi gerekirdi. Bundan dolayıdır ki büyük ve ortanca kardeşler evlenerek Törkünü bıraktıktan sonra, Törkünde ocak bekçisi olarak küçük kardeş kalırdı. Belirli zamanlarda baba ocağında toplanılarak, ataya saygı törenleri yapılırdı. Türkler, yurt gibi, ocağı da unutmazlardı. Yurttan ve ocaktan uzaklaşmakla beraber, yurt ve ocak sevgisi onlarda güçlü bir bağ durumunda idi.

1) Bark: Eski Türklerde, bir delikanlı evlenecek yaşa gelince, bir kahramanlık sınavı geçirerek, il meclisinden yeni bir ad alırdı. Böylelikle İldaş niteliğini erkek: ermiş değerini kazanarak vatandaş hukukuna sahip olurdu. Buna göre babasının veliliği altında çıkarak hakanın velayeti altına girerdi. BU delikanlı ailesinin malından hissesini almak için, babasının, anasının ölmesini beklemezdi. Evleneceği sırada, aile malından mirasını peşin olarak alırdı. Alacağı kız yumuş adıyla, bir çeyiz getirirdi. Bu çeyiz, ebeveynin ve akrabasının verdiği hediyelerden ibaretti.

Gelinle damat mallarının birleştirerek, ortak bir ev sahibi olurlardı. Bunlar ne erkeğin baba ocağında, ne de kızın Törkününde oturmazlar yeni bir ev kurarlardı. Bundan dolayıdır ki Türklerde, her evlenmeden yeni bir ev doğardı. İzdivaca evlenmek ve ev, bark sahibi olmak denilmesi de bundan dolayıdır. Tekelerde gelinle damadın çadırı, yeni yapıldığı için, beyazdır. Bu nedenle ona ak ev denilir. Eski Türklerde, ev, Araplarda olduğu gibi, yalnız kocaya ait değildi. Karıyla kocanın ortak malıydı. Bu sebeple evin erkeğine ev ağası denildiği gibi, evin hanımına da ev kadını unvanı verilirdi.

Törkünün perisi ocakta barındığı gibi, ak evin perisi de barkta yaşardı. Evin perileri, biri, kocaya, ötekisi karısına ait olarak üzere, iki tane idi. Birinciye öd ata, ikinciye öd ana derlerdi. Gelin, her sabah, bir parça tereyağını ocağa atar, öd ata, öd an diye dua ederdi.

Otlağın sağında damat sonulda gelin otururdu. Sağda kısrak memeli, solda inek memeli olmak üzere iki totem vardı. Sağdakine ev sahibinin kardeşi, soldakine ev sahibesinin kardeşi, soldakine ev sahibesinin kardeşi denilirdi. Bunlar koca ile karısının totemleri idi.

Eski Türklerde, eşik de kutsaldı. Yabancı bir adam eşiğe basarsa çarpılırdı. Evlerin saldırıdan korunması kuralı eşiklerin bu kutsallığında dini bir yaptırım bulmuştu.

2) Türk feminizmi: Eski Türkler, hem demokrat, hem de feminist idiler. Zaten demokrat olan toplumlar genellikle feminist olurlar. Türklerin feminist olmasına başka bir neden de eski Türklerce şamanizmin kadındaki kutsal güce dayanmasıydı. Türk Şamanları, sihir kuvvetiyle harikalar gösterebilmek için, kendilerini kadınlara benzetmek zorundaydılar. Kazın elbisesi giyerler, saçlarını uzatırlar, seslerini inceltirler, bıyık ve sakalların tıraş ederler, hatta gebe kalırlar, çocuk doğururlardı. Buna karşılık, toyonizm dini de erkeğin kutsal kuvvetinde, kut’unda görünürdü. Toyonizm ile şamanizmin değerce eşit olması, hukukça erkek ve kadının eşit tanınmasına neden olmuştu. Hatta her işin gerek toyonizme, gerek Şamanizm dayanması gerektiğinden her işe ait toplantıda, kadınlar erkeğin beraber bulunması şarttı. Mesela, halkın sorumluluğu hakan ile hatunun her ikisinde ortak olarak ortaya çıktığı için, bir talimat yazıldığı zaman, hakan emrediyor ki ibaresi ile başlarsa ona boyun eğilmezdi. Bir emrin kabul edilmesi için, mutlaka hakan ve hatun emrediyor ki sözü ile başlaması gerekti. Hakan, tek başına, bir elçiyi huzuruna kabul edemezdi. Elçiler, ancak, sağda hakan ve solda hatun oturdukları bir zamanda, ikisinin birden huzuruna çıkardı. Şölenlerde, kenkeşlerde, kurultaylarda ibadetlerde ve törenlerde savaş ve barış toplantılarında hatun da mutlaka hakanla beraber bulunurdu. Kadınlar, örtünmeğe ait hiç bir şarta bağlı değillerdi. Hakanın hükümette ortağı olan hatuna Türkan unvanı verilirdi. Hatun, hakan sülalesinde bütün prenseslerin ortak unvanı idi. Türkan’ın da mutlaka hatunlardan olması gerektiğinden ona da sadece hatun denilebilirdi.

Eski Türklerde, eş (karı) yalnız bir tane olmayabilirdi. Emperyalizm devirlerinde hakanların ve beylerin, bu gerçek eşten başka kuma adıyla başka illere mensup odalıkları da bulunabilirdi. Fakat bu kumalar, gerçek eş niteliğinde değildirler. Türk töresi, bunları, resmen eş tanımazdı. Bunlar şer’i bir hile ile ailenin içine girmişlerdi. Kumaların çocukları öz annelerine anne diyemezler, teyze diye çağırırlardı. Anne hitabını, yalnız babalarının gerçek eşine söyleyebilirlerdi. Aynı zamanda, kumaların çocukları mirasa da giremezlerdi. Kumaların oğulları-babaları hakan olsa bile-asla hakan olamazlardı. Kumaların, hatunlardan farklı şudur ki, kumalar, hakanın kendi ilinden değildiler. Hatun ise, hakanın kendi ilinden idi. Kuma, Çin prenseslerinden ise, Konçuy adını alırdı. Konçuy, diğer kumalardan önce gelirdi. Fakat konçuyların üstünde de hatun vardı. Moğol devrinde, hatunların sayısı da çoğalmağa başladı. Fakat bunlardan yalnız bir tanesi Türkan yani melike konumunda bulunurdu.

Eski Türklerde kadınlar, genellikle amazon idiler. Binicilik, Silahşorluk, kahramanlık, Türk erkekleri kadar, Türk kadınlarında da vardı. Kadınlar, doğrudan doğruya, hükümdar, kale muhafızı, vali ve elçi olabilirlerdi.

Sıradan ailelerde de ev, ortak olarak, karıyla kocanın ikisine aitti. Çocuklar üzerindeki velilik hakkı baba kadar, ana ya da aitti. Erkek her zaman karısına sayı gösterir; onu arabaya bindirerek, kendisi arabanın arkasından yürürdü. Şövalyelik, eski Türklerde genel bir karakter idi. Feminizm de, Türklerin en önemli ilkelerinden biri idi. Kadınlar malları kullanma hakkına sahip oldukları gibi, dirliklere, zeametlere, haslara, malikânelere de sahip olabilirlerdi. Eski kavimler arasında, hiçbir kavim Türkler kadar kadın cinsiyetine hak vermemişler ve saygı göstermemişlerdir. Ana soyunda baba soyunun eşitliği “soy” bölümünde anlatıldığından, burada tekrarına gerek yoktur.

5 -Cinsel Ahlak

Eski Türklerde, cinsel ahlak da çok yüksekti. Yakutlarda, eski yunanlıların Venüs’üne karşılık, bir doğum tanrıçası vardır ki Ayzıt adı verilir.

Bu tanrıça, kadınlar doğuracağı zaman imdatlarına yetişir; onların kolayca doğurmasına yardım eder; üç gün lohusanın başucunda bekledikten sonra, beraberindeki dere, tarla, ağaç, çiçek perileriyle gökyüzünün üçüncü katındaki sarayına döner.

Bununla beraber, Ayzıt’ın, hiç hoşgörü kabul etmeyen, bir şartı vardır: Namusunu korumamış olan kadınların yardımına, ne kadar yalvarırlarsa yalvarsınlar ve ne kadar değerli kurbanlar ve hediyeler sunarlarsa sunsunlar bir türlü gelmez.

Bundan başka, Ayzıt’a özgü bir yaz bayramı vardır. Bu bayramın sabahında evlerin her tarafı son derece temiz ve süslü bir hale konulur, her fert en güzel elbisesini giyer, en çok sevdiği yemeklerine ise onları yer, herkesin yüzü mutlaka neşeli, şen ve tebessümlü olur. Bu sırada Ak Şaman, elinde sazı olduğu halde gelir (kış ayinlerini Kara Şaman, yaz ayinlerini Ak Şaman yürütür) dokuz genç kızla dokuz delikanlı seçerek bunları ikişer ikişer, el ele tutturarak asker gibi dizer. Ve kendisi sazını çalar, onları gökyüzüne çıkarıyormuş gibi, ileri doğru yürütür. Sazını çalarken, Ayzıt hakkındaki ilahileri de söyler. Bu estetik alay, güya üçüncü kat göğe geldikleri zaman, Ayzıt’ın sarayını koruyan yasakçılar ellerinde gümüş kırbaçlar olduğu halde meydana çıkarlar, Alay içinde namusça kusuru olanlar varsa onları geri çevirerek diğerlerini Ayzıt’ın sarayına girmesine izin verirler. İşte namusun bu dini yaptırımları eski, Türklerde cinsel ahlakın yüksek olduğu ve erkekler kadının bu ahlakla aynı derecede sorumlu olduğunu gösteriyor.

Eski Türk kadınları, tamamen özgür ve serbest oldukları halde, boş işlerle uğraşmazlardı. “Ahlak-ı Alai” kitabında yazıldığına göre, Selçuklu prenseslerinden birisi, Kazvin şehrinin sahibesi idi. Her yıl, ilkbaharda, bu şehrin kenarına gelerek yeşil bir çimenlikte otağını kurardı. Bir yıl, kazvinliler şehre genel bir lağım yaptırmak üzere aralarında para toplamışlardı. Gerekli miktarlar ulaşması için, biraz daha altına ihtiyaçları vardı. Şehirliler, bu parayı da hanım sultandan istemeğe karar vererek, ileri gelenlerden bir kurul Hanım Sultan ‘ın huzuruna gönderdiler. Bu kurul otağa yaklaşınca, otağın önündeki bir sandalye üzerinde oturan Hanım Sultan’ın bir örgü örmekte olduğunu görerek: “Bu cimri kadının bize para vermesine imkân yoktur” diye, geldiklerine pişman oldular. Fakat Hanım Sultan tarafından görüldükleri için, geri dönmeleri de mümkün değildi. İster istemez, Sultan’ın huzuruna geldiler ve halkın teklifini sundular. Sultan, bütün masraflar kendisi tarafından verileceğinden, toplanan yardımları sahiplerine geri vermelerini emretti ve hazinedarını çağırtarak, lağımlar için gereken bütün paraları kurula teslim etti. Heyet içindeki bir ihtiyar, Sultan’a elindeki örgü işinden dolayı zihinlerine gelen haksız kuşkuyu söyleyince ve Hanım Sultan şu cevabı verdi: Evet, benim el işiyle uğraştığımı gören bütün İranlılar şaşıyorlar. Oysaki benim ailem içinde bütün kadınlar, benim gibi, sürekli el işiyle uğraşırlar. Biz sultanlar böyle el işiyle uğraşmazsak, ne ile uğraşacağız. Havadan sudan şeylerle mi? Böyle bir şey bizim soyumuza yakışmaz. Biz saltanat işlerinden kurtulduktan sonra, boş kalmamak için, fakir kadınlar, gibi, hep el işleriyle ve ev işleriyle uğraşırız. Bu hareket, bizim soyumuz için, bir ayıp değil, belki büyük bir şereftir.

6 -Gelecekte Aile Ahlakı Nasıl Olmalı?

Türklerin, gerek aile ahlakında ve gerek cinsel ahlakta ne kadar yüksek oluklarını yukarıdaki bölümlerde gördük. Bugün Türkler, tamamen bu eski ahlakı kaybetmişlerdir. İran ve yunan medeniyetlerinin etkisiyle kadınlar esarete düşmüşler, hukukça aşağı bir dereceye inmişlerdir. Türklerde, milli kültür ideali doğunca, eski törelerin bu güzel kurallarını hatırlamak ve diriltmek gerekmez miydi? İşte bu nedenledir ki, memleketimizde Türkçülük akımı doğar doğmaz, feminizm ideali de beraber doğdu. Türkçülerin hem halkçı, hem de kadıncı olmaları, yalnız bu yüzyılın bu iki ideale değer vermesinden dolayı değildir; eski Türk hayatında demokrasi ile feminizmin iki başlıca esas olması da, bu konularda büyük bir etkendir.

Başka milletler, çağdaş medeniyete girmek için geçmişlerinden uzaklaşmak zorundadırlar. Oysaki: Türklerin, modern medeniyete girmeleri için, yalnız eski geçmişlerine dönüp bakmaları yeter. Eski Türklerde dini aşırı törenlerinden ve olumsuz ibadetlerden uzak olması, tutuculuktan ve din tekelciliğinden uzak bulunması, Türkleri gerek kadınlar hakkında, gerek diğer kavimler hakkında çok hoşgörülü yapmıştı. Eski yunanlıların medeniyette öğretmenleri İskitler, eski Keldanilerini Sümerler olduğu gibi, eski Germenlerin üstatları ve öğretmenleri de Hunlardı. Gelecekte, tarafsız bir tarih, demokrasi ile feminizmin Türklerden doğduğunu itiraf etmek zorunda kalacaktır. O halde, gelecekteki Türk ahlakının esasları da millet, vatan, meslek ve aile idealleri ile beraber demokrasi ve feminizm olmalıdır.

7 -Medeni Ahlak Ve Kişisel Ahlak

Durkheim’e göre, ahlaki görevlerin amaçları kişiler değil, toplumlardır. Millet, meslek ve aile topluluklarının ahlaki görevlere ve ideallere ne biçimde amaç olduklarını gördük. Fakat bunlardan başka, sınırı belirli olmayan bir topluluk daha vardır ki buna medeniyet topluluğu denilir. Ve fertler, işte bu topluluğunun üyesi oldukları için, topluluğun amacına ortak olurlar. Medeniyet topluluğu önce, klan halinde başlar. İlkel toplumlarda bir fert için, saygı duyulan ve hukuk sahibi olan fertler yalnız kendi klanının üyesi olan insanlardı. Bundan dolayıdır ki bu toplumlarda klan içinde kan davası güdülmezdi. Çünkü klan bir barış dairesi idi. İlkel toplumlar geliştikçe, bu barış dairesi klandan frateriye, fraterkiden aşirete, aşiretten müttefideye, müttehideden siteye siteden kavim devletine kavim devletinden imparatorluğa yayılarak gittikçe genişledi. Barış dairesi genişledikçe, hukuka sahip0ve ahlaki görevlere amaç olan fertlerin sayısı da bu dairelerle beraber arttı. İşte bu sebeple bazılarının kişisel ahlak ve bazılarının da medeni ahlak adını verdikleri, ahlak dalı da dairesinin genişletti.

Medeni ahlakın, olumsuz ve olumlu olmak üzere, iki türlü amacı vardır. Olumsuz amaç da esasa adalettir. Adalet, fertlere hiç bir biçimde saldırmamaktır. Olumlu amacının esası, ise şefkattir. Şefkat, fertlere sürekli iyilik etmektir. Medeni ahlakın ikinci bir olumlu amacı daha vardır ki o da, yapılan sözleşmeleri bağlı kalmaktır. Eski Türklerde Gök Tanrı, barış tanrısı olduğu gibi, aynı zamanda adalet ve şefkat tanrısı idi. Bundan başka, Türklerin bu erdemlerde ne derece yüksek olduğun Türk tarihi göstermektedir.

Medeni ahlak, özellikle fertlerde, kişiliğin yüksek olmasına dayanır. Eski Türklerin dininde kişiliği gösteren simgeler de vardır. Yakutlara göre, her insanda, Tin adı verilen maddi ruhtan başka, üç türlü manevi ruh da vardır: Bunlara Eş, Sur, Kut adları verilir. Eş, canlı ve cansız, bütün varlıklarda ortaktır. Sur, nefes alma varlıklara yani havanlara özgüdür. Kut ise, yalnız insanla ata özgürdür. İnsanın kutlu olması, keramet ve kişilik sahibi olması demektir. Eski Türklerin mitolojisine göre insanların ruhu, üçüncü kat gökte bulunan Süt Gölü’nden alınırdı. Türk Şamanlarına göre, insan ruhunun sürekli ideale ve yükseklere bakması, aslının gökle ilgili oluşundan dolayı imiş. Bundan başka, her millet, kurulurken, gök Tanrı bir altın ışık biçiminde yeryüzüne inerek, o milleti kendi ruhunun nefesiyle ve ruhunun döllendirmesi ile kutlu kılardı.

Türk dinin derinleştirirsek, medeni ahlaka temel olacak daha çok simgeler bulabiliriz. (Bunların ayrıntısını görmek isterseniz Türk Töresi adındaki eserimize başvurunuz.)

Görülüyor ki Türkçülüğün önemli bir amacı da, medeni, ahlakı yükseltmektir. Vatani ahlaktan sonra meslek ahlakı meslek ahlakından sonra aile ahlakı geldiği gibi, aile ahlakından sonra da medeni ahlak gelir.

8 -Milletlerarası Ahlak

Fertlerin birbirine karşı iyiliksever ve iyilik yapar olması “medeni ahlak” adını aldığı gibi, milletlerin birbirlerinin iyiliklerini istemesine ve birbirlerine iyilik yapmasına da “milletlerarası ahlak” adı verilir. Eski Türkler barış dinine bağlı oldukları için, başka milletlerin dini, politik kültürel varlıklarına karşı saygı duyarlardı. Hatta kendilerine iç il ve başka milletlere dış il adlarını vererek, bütün milletleri bir barış dairesi içinde, milletlerarası bir birlik içinde görürlerdi. Orhon Kitabesi’nde diğer milletlere çilki il adı veriliyor ki dış il ile aynı anlama gelir. Eski Türkler, bu dış il deyimi ile “milletlerarası birlik” kavramını anladıklarını gösteriyorlar. Çünkü il kelimesi, eski Türkçede, barış dairesi anlamında idi. Her milletin bir iç il olması kendi içinde bir barış dairesi oluşturmasından ibaret idi. Bununla beraber, bu içil, diğer milletlere de, yabancı gözüyle bakmaz. Onları da birer il yani barış tapınağı halinde görürdü. Bazı şu farklı adını verirdi.

Eski Türklerin yenilmiş milletlere sonradan kapitülasyon adıyla başına bela olan olağanüstü ayrıcalıklar sunmaları Türk kültüründeki milletlerarası birlik fikrinin bir sonucudur. Gelecekte, Milletler topluluğu şimdiki gibi yalandan değil, gerçekten oluşursa bunun en içten üyesi hiç kuşkusuz Türkiye devleti ve Türk milleti olacaktır. Çünkü geleceğe ait bütün gelişmeler, tohum halinde Türk’ün eski kültüründe vardır.

Özetle, her milletin yeryüzünde gerçekleştirdiği tarihi ve medeni bir misyonu vardır. Türk milletinin misyonu ise, ahlakın en yüksek erdemlerini gerçeklik alanına çıkarmak, en olamaz sanılan fedakârlıkların ve kahramanlıkların olabildiğini kanıtlamaktır.

You may also like...

Bir yanıt yazın