Türkçülüğün Esasları

Estetik Türkçülük

II -Estetik Türkçülük

1 -Türklerde Estetik Zevk

Eski Türklerde, estetik zevk çok yüksekti. Turfan’da bulunan mermer heykeller, hiç de yunan heykellerinden aşağı değildir. Tolunlular ile Ahşidlerin, Selçuk terklerinin, Harezmî Türklerinin, Timurluların, Osmanlıların, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türklerinin Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de, Anadolu’da, İran’da, Türkistan’da, Hint’te, Afganistan’da yaptırdıkları camiler, saraylar, türbeler, köprüler, çeşmeler dünyanın en güzel eserlerindendir.

Gaston Richard Türkmen kızlarının bir harika olarak yaptıkları nefis halılardan söz ederken. Mihaliof’un şu sözlerini aktarıyor: “Hiçbir araca hiç bir modele, teknik nitelikte hiçbir öğretim ve eğitimine sahip olmayan Türkmen kızlarının taklidi mümkün olmayan nakışlarla süslü çok nefis halılar meydana getirebilmesi, ancak, bir sanat içgüdüsüne sahip oluşlarıyla açıklanabilir.

Türk masallarıyla halk şiirlerinin güzelliği de, Türklerin estetik alanında büyük bir yeteneğe sahip oldukların gösterir. Fakta, yazık ki, Osmanlı sanatçılarının hatası yüzünden, şimdiye kadar, bu sanat yeteneği Avrupalı bir eğitiminden yoksun kalmıştır. Bu tehzibi gördükten sora, hiç şüphe yoktur ki, gelecekte de en yüksek sanatlardan biri olacaktır.

2 -Milli Ölçü

Eski Türklerin şiir ölçüsü hece ölçüsüydü. Kaşgarlı Mahmud’un sözlüğündeki Türkçe şiirler, hep hece ölçüsündedir. Sonraları Çağatay ve Osmanlı şairleri, taklit yoluyla, İranlılardan aruz ölçüsünü aldılar. Türkistan da Nevai, Anadolu’da Ahmet Paşa aruz ölçüsünü yükselttiler. Saraylar, bu ölçüye değer veriyorlardı. Fakat halk, aruz ölçüsünü bir türlü anlayamadı. Bu nedenle halk şairleri, eski hece ölçüsüyle şiirler söylemekte devam ettiler. Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Kaygusuz gibi tekke şairleri ve Âşık Ömer, Dertli, Karacaoğlan gibi saz şairleri hece ölçüsüne bağlı kaldılar.

Türkçülük ortaya çıktığı zaman, aruz ölçüsüyle hece ölçüsü yan yana duruyordu. Güya birincisi seçkinlerin ikincisi halkın söyleyiş araçlarıydı. Türkçülük, dildeki ikiliğe son verirken, ölçüdeki bu ikiliğe de ilgisiz kalamazdı. Özellikle tamlamalı dilden ayrılmadığı için, bu iki Osmanlı kurumu hakkında aynı yargıyı vermek gerekir. Bunun üzerine, Türkçüler, tamlamalı dilde beraber, aruz ölçüsünü de milli edebiyatımızdan kovmağa karar verdiler.

Sade dil, aruz ölçüsüne pek uymuyordu. Oysaki hece ölçüsüyle sade dil arasında yakın bir akrabalık vardır. Sarayın ihmaline rağmen halk, sadece Türkçe ile hece ölçüsünü iki değerli tılsım gibi, sinesinde saklamıştı. Bu nedenle Türkçüler, bunları bulmakta güçlük çekmediler.

Bununla beraber hece ölçüsü bazı şairlerimizi yanlış yollara götürdü. Bunlardan bir kısmı, Fransızların hece vezinlerini taklide kalkıştılar. Mesela, Fransızların Alexandrın dedikleri (6+6) ölçüsünde şiir yazdılar. Bu şiirler, halkın hoşuna gitmedi. Çünkü halkımız hece ölçüsünün ancak bazı biçimlerinden zevk alıyordu. Milli ölçülerimiz halk tarafından kullanılan bu sırlı ve belirli ölçülerdir. Halk ölçüleri arasında, (6+6) şekli yoktur; bunun yerine, Türk halkı, bu son ölçüden çok hoşlanıyor. Bu tecrübe, aynı zamanda, başka milletlerden ölçü alınamayacağa kuralını da meydana attı. Böylece bizdeki hece vezni taraftarlığı başka dillere ait hece ölçülerini taklit demek olmadığı ve Türk halkına özgü hece ölçülerini canlandırmadan ibaret bulunduğu ortaya koydu.

Hece ölçüsünü yanlış yola götüren şairlerden bir kısmı da, ölçüler icadına kalkıştılar. Bunların yoktan var ettiği ölçülerden birçoğunu da halk kabul etmedi. Böylece anlaşıldı ki, milli ölçülerle halkın eskiden beri kullanmakta olduğu ölçüler sonradan kabul edildiği ölçülerdir. Halkın hoşlandığı ölçüler hece biçiminde olsa bile, milli ölçülerden sayılamaz.

3 -Edebiyatımızın Millileştirilmesi Ve İşlenilmesi

Türkçülere göre, edebiyatımız yükselebilmek için, iki sanat müzesinde eğitim görmek zorundadır.

Bu müzelerden birincisi Halk Edebiyatı, ikincisi Batı Edebiyatı’dır. Türkçü şairler ve yazarlar bir taraftan halkın güzel eserlerini, öte yandan Batı’nın şaheserlerinin model olarak almalıdırlar. Türk edebiyatı, bu iki çıraklık devresini geçirmeden, ne milli olabilir, ne de gelişebilir. Demek ki edebiyatımız bir taraftan halka doğru öbür8 yandan Batı’ya doğru gitmek zorundadır.

Halk edebiyatı ne gibi şeylerdir? Önce masallar, fıkralar, efsaneler, menkıbeler, üstureler; ikinci olarak, atasözleri, bilmeceler; üçüncü olarak, Dede Korkut Kitabı, Âşık Kerem, Şah İsmail, Köroğlu gibi hikâyelerle Ceng-name’ler; beşinci olarak, Yunus Emre, Kaygusuz, Karacaoğlan, Dertli gibi tekke ve saz şairleri; altıncı olarak, Karagöz ve Nasreddin Hoca gibi canlı edebiyatlar.

Edebiyatımız, bu modellerden ne kadar çok feyiz alırsa, o kadar çok millileştirilmiş olur.

Edebiyatımız ikinci tür modelleri de Homere ile Virgile’den başlayarak, bütün klasiklerdir. Yeni başlayan bir milli edebiyat için en güzel örnekler, klasik edebiyatın şaheserleridir. Türk edebiyatı, klasiklerin bütün estetik gıdalarını içine sindirmeden, romantiklere ve daha sonraki mesleklere yanaşmamalıdır. Çünkü genç milletler, idealleri kahramanlıkları yücelten bir edebiyata muhtaçtırlar. Klasik edebiyatlar, genellikle bu amacı sağlayacak niteliktedir. Son zamanda Fransa’da klasik edebiyatın bu eğitici rolünü kanıtlayan canlı bir delildir.

Edebiyatımız Batı şaheserleri müzesinde geçireceği çıraklığa da Milli Edebiyatımız batılılaşması diyebiliriz.

Buifadelerden anlaşıldı ki, milli edebiyatımız milleştirme ve batılılaştırma adları verilen iki eğitim devresinden geçtikten sonra milli, hem Avrupalı bir edebiyat haline girecektir.

Milli edebiyatımızın kuruluşunda Türk Ocakları’nın da büyük bir rolü vardır. Türk Ocakları, sahnelerinde, halk tiyatrosu olan Karagöz ile Orta Oyunu’nu ara-sıra göstererek canlandırmalıdırlar. Masalcılara masal söyleterek, meddahlara taklitlere yaptırarak, saz şairlerine destanlar, koşmalar, maniler okutarak milli edebiyatı canlı bir biçimde halka gösterebilirler. Dede Korkut, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Dertli, Karacaoğlan, Âşık Ömer, Gevheri gibi halk şairlerine ve Nasreddin Hoca, İncili Çavuş, Bekir Mustafa gibi halk tiplerine özel geceler ayırarak, bunların hatıralarını devam ettirmeğe çalışmalıdırlar. Halk edebiyatına ait kitaplarla, sözlü gelenekleri toplayıp halk kütüphaneleri kurmakta Türk Ocakları’nın görevlerinden biridir.

4 -Milli Müzik

Avrupa müziği girmeden önce yurdumuzda, iki müzik vardı: bunlardan biri Farabi tarafından Bizans’tan alınan Doğu müziği diğeri eski Türk müziğinin devamı olan Halk melodilerinden ibaretti.

Doğu müziği de, Batı müziği gibi, eski yunan müziğinden doğmuştu. Yunanlılar, halk melodilerinde bulunan tam ve yarı sesleri yeterli görmeyerek, bunlara dörtte bir; sekizde bir, on altıda bir sesleri eklemişler ve bu sonunculara “çeyrek sesler” adını vermişlerdi. Çeyrek sesler, doğal değildi. Bundan dolayıdır ki, hiçbir milletin halk melodilerinde, çeyrek seslere rastlanılmaz. Buna göre, yunan müziği doğal olmayan seslere dayanan yapay müzik idi. Bundan başka, hayatta tekdüzelik olmadığı halde, yunan müziğinde aynı melodinin tekrarlanmasından ibaret üzücü bir tekdüzelik vardı.

Ortaçağ Avrupa’sında ortaya çıkan opera yunan müziğindeki bu iki kusuru giderdi. Çeyrek sesler operaya uymuyordu. Bundan başka, opera bestecileri ve oyuncuları, halktan oldukları için, çeyrek sesleri bir türlü anlamıyorlardı. Bu nedenlerin etkisiyle Batı operası, Batı müziğinden çeyrek sesleri çıkardı. Aynı zamanda opera duyguların, heyecanların, tutkuların arka arakaya gelmesinden ibaret bulunduğundan “armoni”yi ekleyerek Batı müziğini monotonluktan bu ki yenilik olgunlaşmış Batı müziğinin doğmasına neden oldu.

Doğu müziğine gelince; bu, tamamen eki halinde kaldı. Bir taraftan çeyrek sesleri koruyordu diğer yönden armoniden hala yoksun bulunuyordu. Farabi tarafından Arapçaya aktarıldıktan sonra bu hasta müzik sarayların rağbetiyle, Farsçaya ve Osmanlıcaya da aktarılmışlardı. Diğer taraftan Ortodoks ve ermeni keldani, Süryani kiliseleriyle Yahudi sinagogu da bu müziği Bizans’tan almışlardı. Osmanlı ülkesinde bütün Osmanlı elemanlarını birleştiren tek kurum olduğu için, buna Osmanlı milletler topluluğu müziği adını vermek de gerçekten çok uygundu.

Bu gün, işte, şu üç müziğin karşısındayız. Doğu müziği, Batı müziği, Halk müziği.

Acaba, bunlardan hangisi bizim için millidir?

Doğu müziğinin hem hasta, hem de milli olmadığını gördük, halk müziği milli kültürümüzün, batı müziği de yeni medeniyetimizin müzikleri olduğu için her ikisi de bize yabancı değildir. O halde, milli müziğimiz, memleketimizdeki Halk müziğiyle Batı müziğinin kaynaşmasından doğacaktır. Halk müziğimiz bize birçok melodiler vermiştir. Bunları toplar ve batı müziği formlarına göre “armonize” edersek hem milli, hem de Avrupalı bir müziğe sahip oluruz. Bu görevi gerçekleştirecek olanlar arasında, Türk Ocakları’nın müzik toplulukları da vardır. İşte Türkçülüğün müzik alanındaki programı esas itibarıyla bundan ibaret olup bundan ötesi milli müzikçilerimize aittir.

5 -Diğer Sanatlarımız

Diğer sanatlarımız tamamıyla halk tarafından yaratıldıkları için, tamamen millidirler. Dans, mimari, nakkaşlık, ressamlık, hattatlık, marangozluk, demircilik, çiftçilik, boyacılık, çuhacılık, halıcılık, kilimcilik, v.s… gibi. Osmanlı yüksek tabakası; bedenle ilgili olan veya el aracılığıyla yapılan bu işleri sıradan saydığı için, halka bırakmıştır. Bundan dolayı Türkçülük bu sanatların hepsini benimsemiştir. Fakat ne yazık ki, bu sanatlar Tanzimat devrinden itibaren, milli ekonomiye önem verilmeyerek, Adam Smith’in “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesine uyulması yüzünden, hep yok oldular. Türkçülüğün görevi şimdi bunları yeniden diriltmeğe çalışmaktır. Bir taraftan, Avrupa medeniyetiyle beraber, Avrupa tekniklerini de almalıyız. Fakat diğer yönden, milli güzellik hazinelerimiz olan bu güzel sanatlarımızı da elimizden büsbütün kaçırmağa çalışmalıyız. Bunu yapabilmek için, önce, bu sanatların ürünlerini milli müzelerde toplayıp sergilemek sonrada bunlara ait reçeteleri yapım biçimlerini bulup öğrenerek kitaplarla, dergilerle yayınlamak gerekir.

Mesela genellikle kök boyalar kullanılarak yapılan milli boyacılığımız büsbütün sönmek üzeredir.

Şimdi Anadolu’da yapılmakta bulunan kilimler ya adi sabit olmayan Avrupa boyalarıyla yahut Almanların sabit, fakat madeni olan boyalarıyla boyanmaktadır. Sabit olmayan boyalar az zamanda bozuldukları ve Alman boyaları da parlaklığınla milli zevkimize uygun gelmedikleri için, her ikisi de milli sanatımız için zararlıdırlar. Dokumacılıkta milli olmayan ellerin resmettikleri yeni nakışlar da milli zevk anlayışımıza uymuyor. O halde ülkemizdeki sanatçıları bu gibi sapmalara son vererek, milli sanatımıza dönmeye çağırmalıyız. Bu konuda da Türk Ocakları oldukça önemli görev üstlenebilir.

6 -Milli Zevk Ve İşlenmiş Zevk

Her millette güzellik anlayışı farklıdır. Bir milletin güzel saydığı şeyleri başka bir millet çirkin sayabilir. Bu yüzden zevkin milli olması gerekir. Gerçekten de her milletin milli bir zevk anlayışı vardır. Eğer, bir millet milli zevkinden uzak düşmüşse sanat alanında yaptığı şeyler hep basit taklitlerden ibaret olur. Osmanlı şairleriyle, yazarları buna örnektir. Çünkü onlar milli zevki tümüyle kaybetmişlerdir. Yazdıkları şeyler, ya acem taklitlerinden veya Fransız taklitlerinden ibaretti. O halde estetik alanında yükselmek isteyen bir millet, her şeyden önce milli zevkini bulmağa çalışmalıdır.

Milli zevki bulmak için halka doğru gitmek, hak sanatlarından uzun uzadıya estetik bir eğitim almak gerektiğini anladık. Fakat gerçek sanatçı olabilmek için, bu estetik eğitimi almış olmak yeterli değildir. Gerçek sanatçı olabilmek için, güzel sanatların milletlerarası ustaları olan sanat dahilerinden zevk dersi, zevk eğitimi almak da gerekir. Milletlerarası dehalardan alınan bu feyizli eğitime de işleme adı verilir.

Görülüyor ki, gerçek bir sanata sahip olabilmek için, sanatımızın önce millileştirilmesi sonra da işlenmesi gerekiyor. Bu ilkeyi canlı bir örnek ile açıklayalım: İtalya’nın Rönesans devrindeki sanatçıları özellikle ressamlarla heykeltıraşlar, eski yunan -Latin sanatçılarının dahice eserlerine hayran olmuşlardır. Zira bu eserler; Venüs’lerin, Minerva’ların, Apollon’ların bu heykelleri teknikte olgunluğun son derecesine ulaşmıştır.

Rönesans sanatçıları bu tekniği büyük emeklerle öğrendiler; eğitim yöntemleriyle kendilerine mal ettiler. Fakat eski yunan-Latin eserlerin aynen taklide kalkışmadılar. Çünkü halk, artık, o mitolojik kişiliklere hiçbir değer vermiyordu. Rönesans, devrini halkına göre, kadınlar arasında dünya güzeli ancak Hazret-i Meryem olabilir. Erkekler arasında da dünya güzeli Hazret-i İsa idi. Gerçek sanatın görevi ise, başka milletlerin veya başka devirlerin estetik ideallerinin resmini yapmak değildir. Gerçek sanat, arasında bulunduğu milletin ve içinde yaşadığı devrin estetik ideallerini tasvire çalışmaktır. İşte, Mikel Anj, Rafael gibi Rönesans sanatçıları, bu noktaları düşünerek doğru yolu buldular: Hazret-i Meryem’e, Venüs’ün teknik güzelliğini verdiler. Hazret-i İsa’ya da Apollon’un vücut güzelliğini verdiler. Diğer azizleri de, bu mitolojik güzellikler içinde gösterdiler. Bu iki unsurun, milletlerarası işleme tekniği ile milli kültürün birleşmesinden yüksek bir sanat doğdu. İşte, güzel sanatlar tarihinde Rönesans Sanatı adı verilen budur.

Katolik kilisesi, bu heykellerle resimleri kabul ederek, tapınaklarına bir müze biçimi verdi. Oysaki Bizans’ın ve ütün Doğu’nun Ortodoks kiliseleri, kutsal tasvirlerini yunan-Latin modellerine benzetmeğe çalışmadılar; Sami kavimlerden aldıkları kaba örneklere benzer bir biçimde resmetmeğe devam ettiler. Bu nedenle Ortodoks milletlerin sanatları gelişemedi.

Rönesans’tan sonra, Avrupa’da her millet estetik hayatının gelişmesi sırasında, hep böyle hareket etti. Shakspeare, Rousseau, Goethe gibi romantik dahiler, hem halk eğitimini almışlar, hem de eski yunan-Latin tekniklerini benimsemişlerdi. Bu sayede, her birikendi milleti için, hem milli, hem de gelişmiş bir edebiyat meydana getirdi. İşte, Türkçülüğün estetik programı da bu yöntemlerin uygulanmasından ibarettir.

You may also like...

Bir yanıt yazın