Türkçülüğün Esasları

Dilde Türkçülük

İkinci Bölüm: Türkçülüğün Programı

I -Dilde Türkçülük

1 -Yazı Dili Ve Konuşma Dili

Türkiye’nin milli dili İstanbul Türkçesi’dir; buna şüphe yok! Fakat İstanbul’da iki Türkçe var: biri konuşulup da yazılmayan İstanbul Lehçesi, diğeri yazılıp da konuşulmayan Osmanlı, dilidir. Acaba, milli dilimiz bunlardan hangisi olacaktır?

Bu soruya cevap vermeden, dilimizi, başka dillere karşılaştıralım: başka diller de, milletlerinin başkentlerine ait dillerdir. Fakta, başka başkentlerin hepsinde, konuşulan dille yazılan dil yanı şeydir. Demek ki, konuşma diliyle yazı dilinin birbirinden başka olması, sadece İstanbul’a özgü bir durumdur. Bütün milletlerde bulamayıp da yalnız bir millette rastlanılan bir durum normal olabilir mi? O halde, İstanbul’da gördüğümüz bu ikilik bir dil hastalığıdır. Her hastalık tedavi edilir; o halde, bu hastalığında tedavisi gerekir. Fakat bu tedaviyi yapabilmek, yani dildeki ikiliği ortadan kaldırmak için, şu iki şeyden birin yapmak gerekir. Ya, yazı dilini aynı zamanda konuşma dili haline getirmek veya konuşma dilini aynı zamanda yazı dili haline koymak.

Bu iki seçenekten birincisi mümkün değildir; çünkü İstanbul’da yazılan dil, doğal bir dil değil, Esperanto gibi yapay bir dildir. Arapça, acemce ve Türkçenin sözlüklerini, gramerlerini, sentakslarını birleştirmekle meydana gelen bu Osmanlı Esperanto su nasıl konuşma dili olabilsin? Her anlam için en az üç eş anlamlı kelime, her tamlama için en az üç biçim her edat için en az üç sözcük bulunan bu suni gereksizlikler karışımı nasıl canlı bir idil haline girebilsin?

Demek ki, İstanbul’da yazı dilinin konuşma dili haline geçmesi mümkün değil, bunun mümkün olmadığı yüzyıllarca uğraşıldığı halde, başarıya ulaşılamamış olmasından da bellidir. Diyelim ki, bir takım zorlayıcı yasalarla İstanbul halkı bu garip yazı diliyle konuşmağa başlamış olsaydı bile, yine bu yazı dili, gerçekten milli dil olamazdı. Çünkü onu, konuşma dili olarak, yalnız İstanbul ‘un değil, bütün Türkiye’nin kabul etmesi gerekirdir. Bu kadar büyük bir topluluğa ise zorla, hiçbir şey kabul ettirilemezdi.

O halde, yalnız bir seçenek kalıyor; Konuşma dilini yazarak yazı dili haline getirmek! Zaten halk yazarları bu işi eskiden beri yapıyorlardı. Osmanlı edebiyatının yanında, halk diliyle yazılmış bir Tür edebiyatı altı, yedi yüzyıldan beri vardı. Demek ki, dil ikiliğini kaldırmak için, yeniden hiçbir şey yapmağa gerek yoktu. Osmanlı dilini hiç yokmuş gibi bir tarafa atarak, halk edebiyatına temel görevi gören Türk dilini olduğu gibi milli dil saymak yeterli idi: işte Türkçüler, dilimizdeki ikiliği kaldırmak için, şu prensibi kabul etmekle yetindiler: İstanbul halkının ve özellikle İstanbul hanımlarının konuştukları dili yazmak. Böylelikle yazılacak olan İstanbul’ konuşma diline yeni dil sonar güzel Türkçe, daha sonra Türkçe adları yeni verildi.

2 -Hak Diline Girmiş Arapça Ve Farsça Kelimeler

Karşı düşünenlerden bazıları diyorlar ki: “Siz, Osmanlı dilindeki Arapça ve Farsça kelimelerden yakınıyorsunuz. Oysaki halk dilinde de, bu dillere ait birçok kelimeler vardır”.

Gerçekten, halkın konuşma dilinde de Arapçadan alanmış birçok kelimeler vardır. Fakat halkın konuşma diline almış olduğu bu kelimeler, üst tabakaya mensup bilginlerle yazarların Osmanlı diline almış olduğu Arapça ve Farsça kelimelerden iki yönden farklıdır.

Birincisi, halk dilinde eş anlamlı kelimeler yoktur. Halk, Arapçadan ve Farsçadan bir kelime aldığı zaman, onun eş anlamlısı olan Türkçe kelimeyi Türkçüden büsbütün atar: böylelikle dilde eş anlamlı kelimeler kalmaz. Mesela, halk hasta kelimesini alınca şayru sözünü ayna kelimesini alınca gözgü sözünü merdiven kelimesini alınca baskıç sözünü tümüyle unutmuştur. Gerçi bazen halkın, Arapçadan ve Farsçadan aldığı kelimeler yanında, eski Türkçelerini de koruduğu görülüyor.

Fakat bu durumda da yine eş anlamlı kelimeler ortaya çıkmaz çünkü Arapçadan ve Farsçadan alınan kelimenin veya eski Türkçe kelimenin anlamında bir değişiklik meydana gelerek, ikisi arasındaki eş anlamlılık ortadan kalkar. Mesela, siyah ve beyaz kelimeleri alındıktan sonra, kara ve ak kelimeleri Türkçede kalmış. Fakat ne siyah kelimesini kara kelimesinin, ne de beyaz kelimesini ak kelimesinin eş anlamlısı sayamayız. Çünkü halk siyahla beyazı maddiyatta, kara ile akı maneviyatta kullanıyor. Mesela, siyah yüzlü bir adamın alnı ak olabilir. Beyaz çehreli bir adamın yüzü kara çıkabilir.

Bazen de halkın Arapçadan ve Farsçadan aldığı kelimelerin Türkçesi zaten olmadığı için eş anlamlılığa hiçbir neden bulunmaz. Abdest, namaz, Kur’an, cami ezan kelimeleri gibi.

Bilginlere ve edebiyatçılara gelince, bunlar hem Türkçe kelimeleri, hem de bunların Arapça ve Farsça karşılıklarını tamamen aynı anlamda kullanırlar. Böylece onların Türkçesinde, her özel anlam için, bir Türkçe, biri Arapça ve biri acemce olmak üzere en az üç söz vardır. Mesela, su, ab, ma, gece, şeb, leyh, ekmek, nan, hubz, et guşt, lahm, gibi Osmanlı dilinde, mutlaka her anlak için üçer eş anlamlıdan oluşan böyle bir teslis(üçleme) vardır: bazı anlamların Arapçada birçok karşılıkları bulunduğu için, bu gibi anlamların eş anlamlıları doğal olarak, üçten fazla bulunur: Arslan, şir, esed, gazagver, haydar, zırgam v.b. gibi.

İkinci olarak, halk Arapçadan, Farsçadan ve diğer yabancı dillerden aldığı kelimeleri ay söyleniş yahut anlam bakımından bozar, yani kendine mal eder.

Söyleyiş bakımından bozmaya örnek: “Haste, hasta”, “hefte: hafta”, “nerdüban: merdiven”, “çarcube: çerçeve”, “gavga: kavga”, ” bekre: makara”, “zukak: sokak”, “pare: para”.

Anlam bakımından bozmağa örnek “Haste” kelimesi Farsçada ” birisi tarafından yaralanmış” anlamında iken. Türkçede “mariz” karşılığı olarak kullanılmıştır. “Şafak” kelimesi Arapçada “batı ufkunun akşam kızıllığı” anlamında iken, Türkçede “doğu ufkunun sabah kızıllığı” anlamını almıştır: “Şafak sökmek” deyiminde olduğu gibi. Farsçada “hace” kelimesi “efendi” anlamındadır. Bu kelime Türkçe de, hem söyleyişini değiştirerek “hoca” şeklini almış ve hem de anlamını değiştirerek “halk fıkıh bilgini” ve “Okul öğretmeni” anlamlarını almıştır. Farsça “bazar” kelimesi, “b” ile söylenir ve “çarşı” anlamına gelen bir kelime iken, Türkçede “p” ile söylenen ve hem cumartesiden sonar gelen günün adı, hem de belirli günlerde belirli yerlerde kurulan günlük panayır demek olan “Pazar” şekline girmiştir. “pazarlık” kelimesi de, bu son biçimden doğmuştur.

“Pare” kelimesi Farsçada “kısım, parça” anlamında iken, Türkçede “para” şeklini almakla beraber, “alış-veriş” aracı olan madeni veya kâğıt para anlamını almıştır.

Bazı kelimeler, görünüşte, eski anlamını korumuştur. Fakat bu kelime ile yapılan tamlamalar incelenirse bu gibi kelimelerde de anlamca farkına varılması güç değişiklikler meydana geldiği anlaşılır: Mesela, “abdest” kelimesi ve anlamca değişmemiş görünür. Oysaki bu kelimenin başındaki “a” harfi uzunluğunu kaybettiği gibi, sonundaki “t” harfi de konuşma dilinde düşmüştür. Bundan başka, “büyük aptes” ve “küçük aptes” gibi tamlamalar gösteriyor ki, anlamca da bir değişikliğe uğramıştır.

Demek ki, halk, aldığı kelimeleri kendisine mal ediyor. Öncelikle “her anlamın yalnız bir kelimesi olmalıdır” ilkesine uyarak, eş anlamlıları kabul etmiyor. Ve dil’i, her kelimesi görevi belli bir organ niteliğinde bulunan, gerçek bir organizma biçiminde koruyor. Tabii, bu işi halk bilerek ve düşünerek yapmıyor; tabii bir içgüdü ile bilinçsiz bir biçimde yapıyor. Halk dilindeki, her kelimenin, mutlaka, diğer kelimelerden ayrı bir anlamı vardır. Ve halkın düşünce alanına girmiş olan, fikir ve hisle ilgili her anlamın da mutlaka bir kelimesi vardır.

Bilginlere ve edebiyatçılara gelince; bunlar halkın kendisine mal etmek için yaptığı ve değişiklikleri, bozma saymışlar ve halkın Arapça ve Farsça kelimeleri gerek söyleyiş, gerek anlam bakımından değiştirerek meydana çıkardığı kelimelere bozulmuş kelimeler (Galatat) adanı vermişlerdir. Bilginlerin bozulmuş kelimeler, adıyla yazılmış kitapları incelenirse, görülür ki, onlara göre kelimelerin doğruluğu (fasahat) Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçede aldıkları biçimlerde değil, gerçekte ait oldukları dildeki eski biçimlerinde kullanmaktır. Bu görüşe göre, Osmanlıcanın hiçbir bağımsızlığı hiçbir kelime mal etme yetkisi yoktur. Daima kelimeler, gerek söyleniş gerek anlam bakımından eski biçimlerine dönüştürülmesi hatta kelimelerin yazımları da mutlaka bu eski biçimlerine göre yazılmalıdır. Bu görüşün daha iyi anlaşılması için, bir olayı örnek olarak anlatacağım.

Bir zaman, üniversitede, felsefe terimlerini belirlemek için ilmi bir komisyon kurulmuştu. Bu komisyonda kelime bilgilerinden biri “dikkat” kelimesinin “attention” karşılığı olmayacağını iler sürdü: Güya “dikkat” kelimesi, “dakik: ince” sıfatından türediği için, “incelik” anlamında imiş.

Bu iddiaya karşı: “incelik” kelimesi varken, bu anlama gelen “dikkat” kelimesine gerek yoktur. Fakat halkın kullandığı anlamda olmak üzere bu kelime dilimizin atılması mümkün olmayan en gerekli bir unsuru olmuştur” denildi. Fakat itiraz eden kabul etmedi: “Dikkat kelimesi, daima (incelik) anlamında kalacaktır. Halkın kullandığı tabirleri, bilim kabul edemez. Doğru olan kelimeler kelimelerin eski biçimleridir. Kelimelerin gerçek anlamları kullanılışla değil, köküne bakarak bilinir. Buna göre (attention) kelimesine başka bir karşılık aramalıdır” cevabını verdi. Bu esasa dayanarak, kelime bilginleri “attentiaon” kelimesine karşılık aramağa başladılar. Birisi, “tahdik” kelimesini ileri sürdü. Bir diğeri, “iltifat” kelimesini önerdi. Güya “tahdik” kelimesi, “göz bebeği” anlamında olan “hadeka” dan gelirmiş. Dikkatte de özellikle etken olan göz bebeği imiş. “İltifat”ın Arapçadaki anlamı da “göz ucuyla bakmak” imiş. “İltifat” kelimesi, dilimizde başka anlamdadır denildi. “Öyle şey olmaz, Arapça, acemce kelimeler bizim dilimizde eski asıllarını ve doğruluklarını koruyacaklardır. Halkın bilgisizce yaptığı bozmalara galatat denilir. Bunların hepsini terk ederek, kelimelerin eski ve asıl biçimlerine dönülmek gerekir diye cevap verildi.

Görülüyor ki halk, aldığı kelimeleri söyleyiş ve anlam bakımından kendisine mal ettiği halde, kelime bilginleri bu benimseyişin karşısındadırlar. Halka göre yaygın hale gelmiş olan bozulmuş kelime, aslına uygun sözcüğe tercih edilir. Bilginlere göre ise, doğru fakat yaygınlaşmamış kelime yaygın hale gelmiş olan bozulmuşa tercih edilir. Bundan başka, halka göre, yurdumuzda bağımsızlık ve egemenlik ancak Türk dilindedir. Bu dile giren Arapça ve acemce kelimeler, Türk dilinin egemenliği altına girerek, onun fonetiğine ve leksikolojisine uyarlar. Politik kapitülasyonlar, politik bağımsızlık ve egemenliğe aykırı olduğu gibi, dil ile ilgili kapitülasyonlar da dilin bağımsızlık ve egemenliğine aykırıdırlar. Fakat iyen belirtelim ki, halk bunu bilinçli bir biçimde düşünmüyor. Arının bal yapması gibi, bilinçsiz olarak ve içgüdüsüne göre yapıyor.

Bilginlere göre, aksine bağımsızlık ve egemenlik ancak Arapça ve Farsça kelimelerde vardır. Biz, onların bağımsızlık ve egemenliğine aslına ve doğruluna saygı göstermek zorundayız. Bizim dilimize gelince o zaten yüzde doksan dokuz Arapça ve Farsça kelimelerden oluştuğu için, bağımsızlık davasında bulunamaz.

Görülüyor ki, dilde Türkçülüğün ilk işi kelime bilginlerinin görüşlerini reddederek, halkın bilinçsiz bakış tarzını Türkçenin temeli diye kabul etmektir. Buna göre, Türkçülerce, Osmanlıcıların doğruları bozulmuş ve bozulmuşları doğrudur. Hatta yazımda (imla) da, bu bozulmuşları söylenildikleri gibi yazmak Türkçülüğün bir ilkesidir. Bu esası yabancı kelimelere de uygulayarak kelime bilginlerinin sigara, jaket, Evropa biçiminde yazdıkları bu kelimeleri, halkın söyleyişine uydurarak cigara, ceket, Avrupa yazmak gerekir.

3) Türkçüler Ve Kelime Bilginleri

Türklerin dildeki ilkeleri kelime bilginlerine ait düşüncelerin tersi olmakla beraber, arı Türkçeci tafsiyei adını alan dil ülkücülerinin görüşlerine de uygun değildir. Arı dilcilere göre, bir kelimenin Türk olabilmesi için, onun, aslen bir Türk Kökü’nden gelmesi, gereklidir. Buna dayanarak kitap, kalem, abdest, namaz, mektep, cami, minare, imam, der gibi Arapça ve Farsça köklerden gelmiş olan kelimeler, halkın diline girmiş olduklarına bakılmaksızın. Türkçeden atılmalı ve bunların yerine ya unutulmuş olan eski Türk kelimeleri diriltilmeli veya Çağataycada, Özbekçede, Tatarcada, Kırgızcada, v.d. bulabileceğimiz, aslen Türk kökünden gelmiş kelimeleri almalı veyahut Türkçede yeni ekler ve birleştirme yöntemleri icat ederek, bunlar aracılığıyla Türkçe kelimeler yaratılmalıdır. Türkçülere göre, bu düşünüş biçimi de yanlıştır. Çünkü başta, hiçbir Türk kökünün en eski zamanlara çıkıldıkça Türk kalacağı ileri sürülemez. Bugün Türk kökünden geldiği sandığımız birçok kelimelerin önceleri Çinceden, Moğolcadan, Tunguzcadan, hatta Hintçeden ve Farsçadan eski Türkçeye girmiş olduğu ilmi olarak ortaya konulmuştur.

İkinci olarak, kelimeler, gösterdikleri anlamların tarifleri değil, işaretleridir. Buna göre, kelimelerin hangi köklerden geldiğini, nasıl türediğini bilmeğe de gerek yoktur. Bu gibi şeyleri bilmek, yalnız filologlar ve lenguistler için gereklidir. Dilin sistemi ve şivesi bakımından, hatta zararlıdır. Çünkü yukarıda Arap ve Fars köklerinden gelen kelimelerde gördüğümüz gibi, Türk kökünden gelen kelimelerde de, bazen kullanıştaki anlam türediği kelimenin anlamından başkadır. Mesela “yabancı”, “yabandan gelmiş adam” demek değildir. “Kahve-altı”, kahveden sonra yenilen yemek anlamına gelmez. Bu gibi kelimeleri kök anlamlarında kullanmak bir dil hastalığıdır ki buna türetme hastalığı” denilir. Mesela bazı adamlar, “terlik” kelimesi söylenince, bunun kullanıştaki anlamına önem vermeyerek, derhal kök anlamını ararlar ve ” ter için ayağa giyilen ayakkabı” diye kelimeyi köküne bağlamağa çalışırlar. Oysaki “terlik” kelimesinin anlamını ararken, “ter” kelimesini hatırlamak, şive bakımından zararlıdır.

Türetme hastalığına uğramış bir adamın yanında, mesela “yabancılar geldiler” dediğiniz zaman, o : “Yabancılar mı” yabandan gelmişler, demek ki yabani adamlardır” derse tuhafınıza gitmez mi? Veya “Şu terliği giyiniz!” dediğiniz zaman, “Ayağım terli değil; terlik giymeğe ihtiyacım yok!” cevabını verirse, elinizde olmadan gülmez misiniz? Bununla beraber, halka özgü bir türetmecilik de vardır ki, bu aksine hem normal, hem de yararlıdır. Mesela, halktan olan kimseler “dilbaz” kelimesini” çok dili, çok dil döken” anlamında sanırlar.

Halkın böyle yanlış türetmelerle yaptığı bozmalar, bir tür bilinçsiz kendine mal etme yöntemidir. Mesela halk alaim-i sema’yı, eleğim sağma şekline çevirir. Balimoz’u Bal yemez suretine sokar.

Ankara’da bir pınarın adı olan “Zül fazıl” kelimesini “Solfasol” yapar, “Şeref-resan” vapurunu “Şerif Hasan, “nevid-i Fütuh”u “Delik Kütük”, “Feth-i bülend”i “Yedi bölen” tarzında Türkçe kelimeler haline koyar. “Telgraf çekmekten “tel çekmek” kelimesini doğurur.

İşte, bu gibi esaslara dayanarak, Türkçüler, arı dilcilerin dil hakkındaki görüşlerini kabul etmediler. Türkçülere göre, Türk halkının bildirdiği ve tanıdığı her kelime millidir. Bir kelimenin, milli olması için, Türkçe kökten gelmesi yeterli değildir. Çünkü Türk kökünden gelmiş olan “gözgü, sayru, baskıç, ağı” gibi birçok kelimeler, canlı dilden çıkarak fosil olmuşlar, onların yerine canlı olarak” aynı, hasta, merdiven, zehir” kelimeleri girmiştir.

Nasıl zooloji ve botanik ilimlerinde fosillerin yeniden dirilmesine imkân yoksa dil fosillerinin de tekrar hayata dönmelerine artık imkân yoktur. Kısaca Türkçülere göre, halkın alıştığı, yapay olmayan bütün kelimeler millidir. Bir milletin dili kendi cansız köklerinden değil, kendi canlı kullanışlarından doğmuş canlı bir organizmadır.

O halde, Türkçenin sadeleştirilmesi, yalnız bu esaslara dayanmalı, arı dilcilerin aşırı iddialarına doğru gitmemelidir.

Arı dilcilerin diğer Türk lehçelerinden kelime almaları da yanlıştır. Çünkü Türk lehçeleri, “ana dili” konumunda bulunan eski Türkçeden ayrıldıktan sonra, her biri ayrı bir gelişim yolunu izlemiştir. Gerek fonetik, gerek leksikoloji açısından birbirinden uzaklaşmışlardır. Buna göre, bu lehçelerin kelimelerini dilimize sokarsak, “İstanbul Türkçesinin güzelliğini bozmuş oluruz. Zaten bu lehçelerde var olan kelimeler dilimizde de bulunduğu için, onlara hiçbir ihtiyacımız da yoktur. Yalnız, Türk medeniyeti tarihi, eski Türk kurumlarını tarihi bir ölümsüzlüğe kavuştururken, bunların adları da bilim terimleri olarak dilimize girecektir. Bunu “fosillerin dirilmesi” biçiminde görmemelidir. Çünkü bu kelimeler şimdi sözcük olarak değil, yalnız terim olarak dilimize gireceklerdir. Bu biçimde girmelerinde hiçbir sakınca da yoktur.

Arı dilcilerin, işlemeyen ekleri işlek hale sokarak ve tamlama yöntemleri icat ederek, bunlar aracılığıyla, yeni kelimeler yaratmak istemeleri de yanlıştır. Çünkü nasıl bir hayvanın veya bitkinin organizmasına dışardan yeni bir organ eklememiz doğru değilse, dile yeniden işlek bir edat yahut yine bir tamlama biçimi sokmamız da öylece doğru değildir. Bundan dolayıdır ki, “günaydın” “tünaydın” gibi tamlamalar yeni Türkçede yaşamadığı gibi, işlek olmayan edatlarla yapılmış olan deyimler de yaşayamadılar.

Bununla beraber, arı dilcilerin bu aşırı devrimciliğini bir tarafa attıktan sonra da edebiyattı Osmanlı dilinden atılacak kelimelerin pek çok olduğunu görürüz. Bilimsel terimlerde de, hiçbir gereklilikleri olmadığı halde alınmış nice kelimelere rastladık. Mesela, coşkunluğa “cuşiş” demek gerekli mi? Baş ağrısına “sıda” demeğe hiç gerek var mı? Tıp sözlüğünü ele alalım: Kemiğe “azm” başa “re’s”, dişe “sin”, sinire” asab” diyen bu sözlükte, dilimize girmesine hiç gereklilik bulunmayan nice Arapça ve Farsça kelimeler vardır. “Adale” gibi, “hüceyre” gibi, “protoplazma” gibi Türkçede karşılığı bulunmayan kelimelerin başımızın üstünde yeri vardır. Dilimize yeni terimler getiren bu gibi sözcüklere milli sözlüğümüz açıktır. Fakat Türkçesi bulunan ve hiçbir özel anlam ile ondan ayrılmayan eş anlamlı kelimeleri artık dilimizden atmalıyız.

4 -Kipler -Edatlar – Tamlamalar

a) Türkçülere göre, bir dil başka dillerden kendisinde aynı anlamda kelime bulunmaması şartıyla, kelimeler almıştır ve alabilir. Fakat bir dil başka dillerden kip alamaz. Osmanlıcılara göre, Osmanlı dili Arap ve Fars dillerinden, kelimelerle beraber kipler de alır. Mesela, mektup kelimesi, Osmanlıcılara göre, Arapçadan ketebe (yazdı) maddesinden sıfat-fiil’dir. Anlamı “yazılmış” yazılan” dır. Buna dayanarak, Osmanlıcılara göre hukuk-ı mektube yahut mektup hukuk deyimlerini dilimizde kullanabiliriz. Türkçüler mektup kelimesinin bu biçimde kullanılmasını kabul etmezler. Çünkü sıfatfiil kipi Türkçede de vardır. Mektup kelimesi, sıfat-ı fiil olduğu zaman, Türkçesi yazılmıştır. Demek ki, Osmanlıcıların mektub hukuk dedikleri şeye biz yazılmış hukuk diyebiliriz. O halde, mektub kelimesinin, bir sıfat-fiil kipi olarak dilimizde kullanılmasına gerek yoktur.

Fakat mektup kelimesi sıfat-fiil kipi olduğu gibi, donmuş bir isim gibi de kullanılmaktadır. Fransızların lettre dedikleri şeye Türk halkı mektup adını vermektedir. Bir mektup yazdım. Bu hafta mektup aldım cümlelilerindeki mektup kelimesi işte bu ikinci anlamdadır. Mektup’un bu biçimde niteliği yoktur. Bu sıradan bir kelimedir. O halde, Osmanlıcada kullanılan bütün Arapça ve acemce sözcükleri, çekimli kelimeler ve basit kelimeler olarak iki bölüme ayırabiliriz. Bundan çekimli olanları derhal dilimizden atmalıyız. Basit kelime bölümüne girenleri eğer halk dilinde aynı anlama gelen başka kelime yoksa yeni Türkçeye çekinmeden kabul etmeliyiz.

Bu ilkeye göre, kâtip kelimesi hal-fiildir; yazan anlamında dilimizde kullanılamaz. Mesela, “Bu mektubun kâtibi kimdir?” denilemez. Fakat kâtip, secretaire karşılığı olarak, halk dilinde eskiden beri kullanılmaktadır. Meclis kâtibi, tüccar kâtibi gibi.

Kitabet kelimesi de ne yazmak anlamında bir mastar olarak ne de kâtiplik anlamında dilimizde kullanılamaz. Basit bir isim olarak, eski inşa deyiminin ifade ettiği composition, karşılığı olarak kullanılmaktadır: Kitabet dersi, kitabet sınavı.

Mutasarrıf kelimesi de “tasarruf” tan hal-fiil olduğu zaman, bir kiptir. Bu kipin kullanılmasına gerek yoktur. Mesela şu tarlanın mutasarrıfı diyecek yerde, şu tarlada tasarruf sahibi olan adam demeliyiz. Fakat bu söz bir sancağın en büyük yönetim memuruna, isim olduğu zaman, artık bir kip niteliğinde değildir, sıradan bir ad biçimini almıştır.

Bu örneklerde gösteriyor ki, Arapçadan ve Farsçadan, kip niteliğinde hiçbir kelime almayacağız. O halde, terim olarak Arapça veya Farsça bir kelimeyi kabul ettiğimiz zaman, ondan türemiş olan bütün sözcükleri de beraberce almamalıyız. Mesela, şu iştikak (türem) kelimesini, bir terim olarak kabul etmişiz diye, bunun müştak, müştatt-ı minh, müştak kat gibi kiplerini de kullanmamız gerekmez. Gerçi, bazen kitab, kitabet, kâtip, mektup, gibi aynı maddeden türemiş birçok kelimeleri dilimizde kullanmaktayız. Fakat yukarıda da kısmen gösterdiğimiz üzere, bunların hepsi eski kip anlamlarını kaybetmiştir. Kitab kelimesi mastar kipi olduğu zaman, yazmak anlamında dır. Kitab kelimesi, bu anlamda olarak dilimizde asla kullanılmamıştır. Kitab sözü bir kelime olduğu zaman, Fransızca livre kelimesinin karşılığıdır. İşte, Türkçede ancak bu anlamda kullanılmaktadır. Muharrir kelimesini (recdacteur) karşılığı olarak kullanabiliriz. Fakat sıfat-fiil olarak yazılmış anlamında olan muharrer kelimesinin kullanamayız: mesela balada muharrer diyemeyiz, (yukarıda yazılan) demeliyiz. Tahrir mastarı da kullanılamaz. Fakat tahrirat kelimesi, resmi mektupların özel adı olduğundan, çoğul anlamına alınmamak şartıyla kullanılabilir.

Bir kelimenin çoğul biçimi de, kelime değil, çekimdir. Buna göre Arapça, acemce çoğul kipleri de dilimizde kullanılamaz. Şu halde zabitan, zubbat gibi çekimler yeni Türkçeye giremez. Türkçenin kendisine özgü çoğul çekimi ler, edatı ile yapılır. O halde, dilimizde zabit (subay) in çoğulu yalnız zabitlerdir.

Bununla beraber, bazı Arapça ve acemce çoğullar vardır ki, dilimizde çoğul anlamını yani çekim niteliğini kaybetmişlerdir. Yukarıda tahrirat kelimesi bu türden olduğu gibi, ahlak, talebe, amele, edebiyat, yaran, evlat gibi birçok söyleyişler bu kadroya girer. Bu kelimelerin, dilimizde çoğulu çekimlerinin olmadıklarının bir ispatı da Türkçenin ler, edatı ile çoğul haline getirebilmeleridir: Ahlaklar, talebeler, ameleler, edebiyatlar, yaranlar, evlatlar, tahriratlar gibi.

b) Bir dil, başka dillerin yalnız kiplerini değil edatlarını da alamazlar. Çünkü bir kelimenin gerek başına konan, gerek sonuna eklenen edatlar da onu çekimli duruma sokarlar.

Dil biliminde gerek kiplere gerek özel bir anlamı olan bir edat eki ile anlamı değişmiş olan edatlı sözcüklere morfem adı verilir. Demek ki, hiçbir dil başka dillerden “morfemler alamaz”, diyecek olursak, bu sözlerle, hem kiplerin, hem de edatların bir dilden başka bir dile giremeyeceğini anlatmış oluruz.

Zaten, Arapçadan ve Acemceden alacağımız bütün edatların Türkçede karşılıkları vardır: hemderd: derddaş, hemfikr: Fikirdaş, Tac-dar: taçlı, daniş-mend: danişli, sitem-kar: sitemci gibi, bunların, mutlaka, Türkçelerini kullanmak gerekir.

Bununla beraber hükümdar, hemşire, perkar gibi kelimelerde; türeme yolu ile bulacağımız dar, hem, kar edatları edatlıktan çıkmışlar, kelimenin içinde erimişlerdir. Buna göre, şu hükümdür, hemşire, perkar (pergel) kelimelerinde artık morfem niteliği kalmamıştır. Bunlar da, dil vicdanı bakımından, diğer isimler gibi, donmuş kelimeler niteliğini kazanmışlardır.

Farsçadan, ayrı olarak, yalnız üç edat halk diline girmiştir: Bunlardan biri, gerçekten edat olan nispet i’sidir. Diğerleri gerçekte isim oldukları halde, halkımızın dilinde edat haline düşen hane ve name sözleridir.

İ edatı, birinci olarak, özel renkleri ifade eden sıfatların sonlarında görülür: Patlıcani, demiri, gümüşi, kurşuni, portakali, samani v.b.

İ edatı, ikinci olarak, Türk müziğinde her kabilenin özel ezgisine özel marşına verilen isimlerle görülür: Türkmani, Varsağı, Beyati, Karcıhari (Karaçar), Türkî gibi, bu iki tür örnekte gördüğümüz i edatı, Türkçe bir edat hükmüne geçmiştir. Bunun açık delili Türkçe kelimelere eklenebilmesidir. Fakat i edatı, bu iki dairenin dışında kullanıldığı zaman, Türkçe değildir. O halde, o gibi değimleri kullanmayarak Türkçe karşılıklarını aramalıyız.

Mesela edebi hafta yerine edebiyat haftası diyebiliriz. Hayati mesele yerine hayat meselesi diyebiliriz. Ser-kitabi’ye baş kitapçı diyebiliriz. Cebri’ye cebirci, her’etiyun’a hey’etçiler (kozmoğrafyacılar) diyebiliriz. Bu şekilde i edatının kullanılışını azaltmakla beraber, ne yazık ki, en esaslı ilk ve kuralımıza aykırı olarak, birçok terimlerde bu edatı kabul etmek zorundayız. Türkçülük, yeni Türkçeye güçlük çıkaran bütün engelleri: kırdığı halde, bu küçük edat karşısında hoşgörülü olmak zorunda kaldı. Mesela, tabii hadiselere tabiat hadiseleri diyebiliriz; fakat bu hadise tabiidir yahut değildir demek gerekince i edatının bütün bütün atılamayacağını itiraf etmek zorundayız. Marazi, içtimai, ruhi, hayati, bünyevi gibi kelimeler de, aynen tabii kelimesi gibidir. Bununla beraber, mademki bu iki edat iki tür kelimede Türkçe bir edat hükmüne geçmiştir: onu diğer kelimelerde de özellikle terim oldukları zaman -kullanmak geçerli olabilir. Hane sözünün yazıhane, yemekhane, yatakhane, gibi kelimelerde ve name sözünü yıldız name, Oğuz name gibi kelimelerde görüyoruz. Gerekli olduğu için, bu sözler de Türkçe edatlar arasına sokulursa dilimiz zenginleşir.

c) Bir dil başka dillerden kipler ve edatlar alamadığı gibi tamamlama kuralları da alamaz. Oysaki eski Osmanlıcıda Arapçanın, Farsçanın her türlü tamlamaları vardı: İsim tamlaması sıfat tamlaması.Tamlamalar da kipler ve edatlar gibi morfem kadrosuna girerler. Her dilde gerek tamlayan ve gerek tamlanan birer morfemdirler; sıfat da, nitelenen kelime de birer morfemdirler. O halde, başka dillerden tamlama alınmaması hakkındaki ana kuralın bir bölümünü meydana getirirler.

Türkçede isim ve sıfat tamlamalarının her çeşidi bulunduğu için, Arapça ve Farsça tamlamalara hiç ir gerek yoktur. Eski Osmanlı edebiyatçıları ve bilginleri bu tamlamaları bir ihtiyaç yüzünden almamışlardır. Onların gözünde Arapça ve Farsça dil olarak Türkçeden güzel oldukları gibi; Arapça ve Farsçanın kelimeleri, kipleri, edatları ve tamlamaları da Türkçeninkilerden daha güzeldir.

Oysaki hiçbir dile, objektif olarak, “diğer dillerden daha güzeldir” denileme: Her dilin, kendisine özgü bir güzelliği vardır. Her millet, sübjektif olarak, kendi dilini daha güzel görür. Evet, Arapça güzel bir dildir, Farsça da güzel bir dildir. Fakat bu diller, en çok, kendi milletlerine güzel görünür. Bizim için de en güzel görünen dil Türkçedir. Kelimelerin, kiplerin edatların, tamlamaların güzelliği, kendi dillerine oranladır. Bunlar, ancak kendi dilleri içinde güzeldirler. Arapça bir kelime Arapça bir cümle içinde güzel olduğu gibi, Farsça bir tamlama da Fransızca bir cümle içinde güzel görünür. Bir kadının oldukça güzel olduğu olan gözlerini veya burnunu başka bir kadının yüzüne aktarınız. Bunları orada çirkin görürsünüz. Bunun gibi, dilin kelimeleri ve tamlamaları da, kendi cümleleri içinde ne kadar güzelse, başka dillerin cümleleri içinde de o kadar çirkindir.

Not: “Türkçülüğün Tarihi” bölümünde arı dilcilerin halk diline geçmiş olan Arapça ve Farsça kelimeleri de Türkçeden çıkarmak istediklerini yazmıştım. Dün, Fuad Raif Bey ile bu konu hakkında tekrar görüştük. Arı dillicilerin lideri konumunda bulunan bu kişi halk diline geçmiş olan Arapça ve acemce kelimelerin Türkçe sayılması konusunda bizimle hiçbir ayrılığı olmadığını ve aramızdaki ayrılığın edatlarla ilgili olduğunu söyledi. Yukarıda açıkladığımı gibi, yeni Türkçecilere göre Türkçenin işlek olan edatları ile istenildiği kadar yeni kelimeler türetilebilir. Fakat işlek olmayan edatlarla yeni kelimeler yapılamaz. Fuad Raif Bey, kendisinin bu fikre şiddetle karşı olduğunu edatlarla işlek ve işlek olmayan sınıflandırılmasını tanımadığını, Türkçenin her türlü edatları ile yeni kelimeler yapılabildiği gibi, Kırgızcadan, Özbekçeden, Tatarcadan, alınacak veya büsbütün yeniden yaratılacak edatlarla da yeni kelimeler yapılabileceğini söyledi. Hatta Farsçadaki nisbet i’sine karşı ki, gı edatını icada taraftar olduğunu; mesela, hayati sıfatı yerine hayat ki; edebi sıfatı olduğunu söyledi. O halde, yukarılarda Arı dilcilik hakkında yazdığım şeyleri bu sözlere göre düzeltmek gerekir.

5 -Yeni Türkçe’nin Millileştirilmesi Ve İşlenmesi

Bazıları, yeni Türkçeyi, yalnız oluşsuz ilkelere sahip zannederler: Dilimizde, Osmanlı edebiyatının soktuğu fazla ve zararlı birçok sözler çekimler tamlamalar, edatlar vardır. Yeni Türkçe, yalnız fazla unsurların dilimizden çıkarılması ile meydana gelemez. Bu hedef, yeni Türkçenin yalnız olumsuz amacıdır. Yeni Türkçenin, olumlu amaçları da vardır. Çünkü eski Osmanlıcanın hastalığı, yalnız, fazla sözleri çekimleri, kelimeleri, edatları içermesinden ibaret değildi. Hastalık bundan ibaret olsaydı, bu fazla unsurları atlamak dilimizi kolayca tedavi etmeyi başarabilirdir. Hâlbuki eski Osmanlıcanın ikinci bir hastalığı da, birçok kelimelerin eksik bulunmasıydı. Türkçülüğün çıkışına kadar, dilimizde, yazılamaması, edebiyatta da dünya şaheserlerinden hiç birinin açık ve doğru çevirisinin açık ve doğru yapılamaması bu eksikliğin canlı kanıtlarıdır.

O halde dilimizin tam bir iyileştirmesi bu eksik kelimelerin aranıp bulunması ile ve dilimizin organizmasında yerli yerine konulması ile mümkündür. İşte, yeni Türkçenin olumlu gayesi bundan ibarettir.

Yazı dilimizde eksik olan kelimeler, iki kısımdır.

1 -Milli deyimlerdir. İstanbul’da ve Anadolu’da kullanılan birçok deyimler özel tamlamalar kural dışı özellikler ve cümleler vardır ki henüz azı dilimize girmemiştir. Hâlbuki dilimizin milli zenginliğini, güzellik hazinelerini bunlar oluşturur. Her şehrin öğretmenleri ile Türk Ocakları ve Etnografya Müzesi bu özel deyimleri toplamağa çalışırsa, bunlardan birçoğunu elde etmek mümkün olur. Halk kitaplarında, halk masalları, halk şiirlerinde ve atasözlerinde bu gibi deyimlere ve dil özelliklerine çok rastlanır. Özellikle Dede Korkut Kitabı’ndan, bu bakımdan, çok yararlanabiliriz. Çünkü bu kitap, Oğuzların “liyada”sı niteliğindedir ve dili de eski Oğuzcadır. Demek ki, bize özgü Türkçenin anasıdır. Bu kitap, hiç değiştirilmeksizin, yeni yazım ile düzenli ve okunaklı şekilde yeniden basılırsa, yeni Türkçemizin zengin bir hazinesi olacaktır. Başka Türk lehçeleri ile yapılacak karşılaştırmalar da, bize Türk şivesinin birtakım ortak özelliklerini gösterebilir. Mesela Orhon Kitabesi’nde işimi, gücümü kime vereyim? İlim, törem hani? beyli budunlu gibi deyimler görüyoruz.

Bu deyimlerin birincisi hala dilimizde (iş, güç) biçiminde kullanılmaktadır. İkincisi tarzında birçok deyimlere rast geliriz: Oymağımız, töremiz, yurdumuz, ocağımız, evimiz, bakımız, soyumuz, sopumuz gibi. Üçüncüsüne benzeyen deyimlerimiz de şunlardır: İrili Ufaklı; büyüklü küçüklü.

Bunlardan başka, Kırgız-Kazakların Manas Destanı ve diğer Türk dillerinin massalları ile şiirleri bize Türk lehçelerinin ortak ve özel şivelerini gösterebilir.

2 -yazı dilimizde eksik olan kelimelerin ikinci kısmı milletlerarası kelimelerdir. Bir millet hangi medeniyet topluluğuna hangi milletlerarası birliğe üyeyse onun bütün ilmi kavramlarını, felsefi görüşlerini, edebi hayallerini ve lirik duygularını ifade edecek özel kelimeler sahip olması da gerekir. Türkler, şimdi, Avrupa Medeniyeti’ne kesin ir biçimde girmeğe kararlı olduklarından bütün Avrupalı kavramları ve anlamları ifade edecek yeni kelimelere gerek duymaktadırlar.

Tercüme sırasında yurdumuzda büsbütün yeni olan birçok kavramlara ve anlamlara rastlanılacağından bunlar için karşılıklar bulmak gerekecek. Bunun için ne yapmalı?

Önce, bu anlamların kelimeleri yazı dilimizde yok olsa da, alet isimleri dilimizde çoktur. Coğrafi durumları anlatacak kelimelerse, oldukça çoktur. İçten duyuları sezdirecek duygusal kelimelerimiz de oldukça vardır. Demek ki, terimler ve yeni anlamları için, önce halk diline başvurmamız gerekir.

Bu kaynağa başvurduktan sonra bulamadığımız yeni anlamlar kalırsa o zaman, Türk edatları, çekimleri ve tamlama kuralları ile yeni kelimeler yaratmağa çalışmalıyız. Bu araç da yetişmezse, o zaman, zorunlu olarak, Arapça ve Farsçaya başvurarak bunlardan yeni kelimeler alırız. Fakat şu şartla ki, alacağımız kelimeler tamlama halinde bulunmamalı, tek kelime halinde olmalıdır. Mesela, evvelce ilm-i menafiü’l-azam denilen fizyolojiye, şimdi, tek kelime ile gariziyat deniliyor. Bunun gibi, ilmü’l-arz’a arziyat (Jioloji), ilm-i hayat’a hayati yat (biyoloji), ilmü’l-ruh’a ruhiyat (psikoloji) deniliyor. Bugün Arapça yat edatı ile bütün yeni bilimlere kolayca isimler takabiliriz. Asurî yat, Mısrıyyat, Cumudiyat v.b.

Bununla beraber, bazı yabancı kelimeleri aynen kabul etmemiz de gereklidir. Bunlar da iki bölümdür, birinci bölüm, bir millete veya bir devre ya da mesleğe özgü özel durumları anlatan kelimelerdir ki, bunlardan hiçbir dile çevrilmemiş bütün diller tarafından olduğu gibi benimsenmiştir. Feodalizm, şövalyelik, Rönesans, reform, jakobenlik, sosyalizm, Bolşeviklik, aristokrat, demokrat, diplomat, tiyatro, roman, klasik, romantik, dekadan v.b.

İkinci bölüm teknik ve sanayiye ait her türlü alet, makine, eşya adlarıdır. Bunlar çoğunlukla doğrudan doğruya hak tarafından alınır ve bunlar da diğer milletler tarafından aynen kabul edilmiş tercümelerine çalışılmamıştır: Vapur, şimendifer, telgraf, telefon, tramvay, gramofon ve benzerleri gibi.

Yeni Türkçenin modern bir dil olması için, yapılması gereken bir iş daha vardır. Fransızcadan Türkçüye sözlükleri inceleyin8ce görürüz ki, Fransızca kelimelerin her anlamı için, Türkçeden birkaç örnek gösteriliyor. Hâlbuki her anlam için yalnız bir kelimemizin bulunması yeterlidir.

Karışlıkların böyle çok olması, ilk bakışta, dilimizin zengin olduğunu gösterir. Oysaki iş öyle değildir. Sözlüğün başka sayfalarındaki başka kelimelere bakacak olursanız, aynı kelimeleri görürsünüz. Böylece bir Türkçe kelimenin birçok Fransızca kelimeye karşılık sayıldığını görürsünüz. Bundan anlaşılıyor ki Fransızca kelimelerin dilimizde tam, belirgin açık karşılıkları yoktur.

Aynı zamanda, herhangi bir dilin mükemmel oluşu da, her kelimesinin yalnız bir anlama her anlamının da yalnız bir kelimeye sahip olmasıyla meydana gelir. O halde, yeni Türkçeyi, her kelimesi yalnız bir anlama gelecek ve her anlamı da bir tek kelimeye sahip olacak hale sokmalıyız. Avrupa dilleri, birbirlerinden kolayca çeviri yapabilirler: çünkü İngiliz, alman, Rus, İtalyan, v.d. dillerinin her kelimesi Fransızcanın bir tek kelimesine karşılık gelircesine bu diller arasında bir paralellik meydana gelmiştir. İşte bir de yeni Türkçüye bu biçimi vermeğe çalışmalıyız. Bu esas üzerine bir Türk lügati ve ir de Türkçeden Fransızcaya ve Fransızcadan Türkçeye sözlükler meydana getirmeliyiz.

Yapılacak Türk sözlüğünde kelimelerin Türkçe, Arapça, Farsça olduklarını göstermek doğru olamaz. Çünkü ir milletin sözlüğüne giren kelimeler, artık o milletin milli diline mal olmuştur. Bu kelimelerin ne biçimde oluştukları yalnız nereden türediklerini gösteren ve parantez içine alınan kısaltmalarla anlatılır. Yeni Türkçenin yazılacak yeni gramerinden de Arapçanın ve Farsçanın gramer ve sentaks kuralları çıkarılarak, kitabın sonundaki türeme kısmına konulmalıdır.

Yeni Türkçe, önce dilimizi gereksiz Arapça ve Farsça deyimlerle tamlamalardan temizlemek ikinci olarak, ona, henüz varlıkların bilmediğimiz milli deyimleri ve anlatım biçimlerini: üçüncü olarak ise, henüz sahip olmadığımız için yaratmak zorunda olduğumuz milletlerarası kelimeleri eklemekle meydana gelecektir. Bu tür işlemden birincisine temizleme, ikincisine millileştirme, üçüncüsüne işleme adlarını verebiliriz.

6 -Dilde Türkçülüğün İlkeleri

Şimdi, burada, dilde Türkçülüğün ilkelerini sıralayalım:

1) Milli dilimizi meydana getirmek için, Osmanlı dilini hiç yokmuş gibi bir tarafa atarak Halk edebiyatına temel görevini gören Türk dilini aynen kabul edip İstanbul halkının ve özellikle İstanbul hanımlarının konuştukları gibi yazmak.

2) Halk dilinde Türkçe eş anlamlısı bulunan Arapça ve Farsça kelimeleri atmak, eş anlamı olmayıp küçük bir nüansa sahip olanları dilimizin korumak.

3) Halk diline geçip söyleniş ve anlam bakımından galatat adını alan Arapça ve Farsça kelimelerin bozulmuş şekillerini Türkçe saymak ve yazımlarını da yeni söylenişlerine uydurmak.

4) Yerlerine yeni kelimeler konulduğu için, fosil haline gelen eski kelimeleri diriltmemeğe çalışmak.

5) Yeni terimler aranacağı zaman, önce hak dilindeki kelimeler arasında aramak; bulunmadığı takdirde, Türkçenin işlek edatlarıyla ve tamlama ve çekim yöntemleriyle yeni kelimeler yaratmak; buna da imkân bulunmadığından Arapça ve Farsça tamlamasız olmak şartıyla yeni kelimeler kabul etmek ve bazı devirlerin ve mesleklerin özel durumlarını gösteren kelimelerle, tekniklere ait alet isimlerini yabancı dillerden aynen almak.

6) Türkçede Arap ve Fars dillerinin kapitülasyonları kaldırılacak bu iki dilin ne çekimlerini ne edatlarını ne de tamlamalarının dilimize sokmamak.

7) Türk halkının bildiği ve kullandığı her kelime Türkçedir, hak için sevimli olan ve yapay olmayan her kelime millidir. Bir milletin dili, kendisini cansız köklerinden değil, canlı kullanımlarından kurulan, canlı bir organizmadır.

8) İstanbul Türkçesinin fonetiği, morfolojisi ve leksik’i yeni Türkçenin temeli olduğundan, başka Türk lehçelerinden ne kelime, ne çekim ne edat, ne de tamlama kuralları alınamaz. Yalnız karşılaştırma yoluşla Türkçenin cümle yapısına ve özel deyimlerindeki şivesini anlayabilmek için bu lehçelerin derin bir biçimde incelenmesine gerek vardır.

9) Türk medeniyetinin tarihine ait eserler yazıldıkça, eski Türk kurumlarının isimleri olmak dolayısıyla, çok eski Türkçe kelimeler yeni Türkçeye girecektir. Fakat bunlar terim olarak kalacaklarından, bunların hayata dönmesi, fosillerin dirilmesi biçiminde düşünülmemelidir.

10) Kelimeler, gösterdikleri anlamların tarifleri değil, işaretleridir. Kelimelerin anlamları köklerinin bilmekle anlaşılmaz.

11) Yeni Türkçenin, bu esaslar içinde bir sözlüğüyle bir de grameri oluşturulması ve bu kitaplarda, yeni Türkçeye girmiş olan Arapça ve Farsça kelimelerin ve deyimlerin yapılarına ve oluşturulma biçimlerine ait bilgi, dilin fizyoloji değil, paleontoloji ve jeneoloji konusu olan türeme bölümüne konulmalıdır.

You may also like...

Bir yanıt yazın